1970'ler hemen hemen bütün dünyada dini hareketlerin canlandığı ve insanların dine döndüğü yıllar oldu. İslam dünyası da bundan nasibini aldı. Siyasal islam'ın yükselişi bu dönemde oldu. Türkiye de dünyayı ve içinde bulunduğu bölgeyi etkisi altına alan bu canlanmadan nasibini aldı. Siyasal İslam'in Türkiye izdüşümü Milli Selamet Partisi bu dönemde iktidarın ortaklarından biri oldu ve lideri Necmettin Erbakan başbakan yardımcılığına kadar yükseldi.
Siyasal İslam'ın yükselişi 1970'lerde yaşanan büyük krizle açıklanıyor. 1970'ler Eric Hobsbawm'ın tabiriyle 'Kriz Yılları...' Immanuel Wallerstein, 1970'lerin Kapitalist Ekonominin sonunu getirecek tohumu içinde barındırdığını iddia ediyor. 1970'ler o zamana kadar İslam dünyasında hüküm süren seküler bütün ideolojilerin iflas ettiği yıllar... Dolayısıyla siyasal islam herşeyin İslami bir düzene tabi tutulmakla düzeleceği iddiası ile ortaya çıkıyor.
Siyasal İslam'ın bölgedeki siyasi iktidar ilişkileri için çok ciddi boyutlarda tehdit unsuru olduğunu 1979 İran devrimi gösterdi. Suudi Arabistan'da aynı yıl tehditi en yüreğinde hissetti. 1979'un Kasım ayında Juhayman Al Otaibi isimli bir Suudi ilahiyat öğrencisi ve 1000 küsür arkadaşı ile Ka'be'yi bastı ve içindekileri rehin aldı. Baskın iki hafta sürdü ve neticede Al Otaibi'nin hiçte istemeyeceği bir şekilde sona erdi. Fakat Suudi yönetici eliti mesajı çoktan almıştı.
1980'lere İran ve Suudi Arabistan farklı bir siyasa ile girdiler. İran devrimini yaymak, Suudi Arabistan için için kaynayan dini yapılanmasını başka bölgelere yönlendirmek, böylece evini temizlemek istiyordu.
Dini hareketlenme 1980'lerde toplumsal bağları güçlü tarikatler ve dini cemaatlerin güçlenmesi ile devam etti. Gilles Kepel'e göre bu bir strateji değişimiydi: toplum siyasal islam'da yukarıdan aşağı inen bir dönüşümle İslamlaştırılacaktı... şimdi toplum aşağıdan yukarıya çıkan bir dönüşümle İslamlaştırılıyordu.
Dolayısıyla konunun can alıcı noktası şu ilişki de düğümleniyor. İran'ın devrimini yayma sevdası ve Suudi Arabistan'ın petro-dolarlarını dünyadaki İslami hareketlere aktarması ile 1980 sonrasındaki tarikat ve dini cemaatlerin güçlenmesi arasında bir ilişki var mıydı?
Böyle önemli bir tarihsel kesişme olunca ilişkinin varlığı da doğal olarak kuruldu. Bu ilişki Türkiye'de olan bitenler için geçerli miydi? Uğur Mumcu Rabıta isimli kitabında işte tam bu can alıcı ilişkiyi ortaya çıkarmaya çalışıyor.
Kitap beş ana bölüme ayrılmış. İlk bölümde o zamanın Federal Almanya'sında İran'la ilişkili olarak faaliyet gösteren iki hoca ele alınıyor. İlk hoca tanıdık bir isim: Cemalettin Kaplan... Hani şu Almanya'da halifeliğini ilan eden Metin Kaplan'ın babası... Diğeri Ahmet Kütahyalı. Uğur Mumcu bu iki hocanın İran'a olan sempatilerini gözler önüne sermekle kalmıyor, takip ettikleri strateji ve hedeflerle İran devrimi arasındaki yakınlığa da dikkat çekiyor. Özellikle Kaplan'ın hazırladığı İslam anayasası tam bir İran anayasasının kopyası olmuş. İkinci bölümde Avrupa'da faaliyet gösteren Milli Görüş Teşkilatları mercek altına yatırılıyor. Bu teşkilatların hem İran'la hem de Suudilerle ilişki içerisinde olduklarını bu bölümde öğreniyoruz. Üçüncü bölümde Süleymancılık dosyası açılıyor. Bu bölümün aslında kitabın esas konusuyla bir alakası yok. Bölümün ana kaygısı Süleymancılık-Diyanet arasındaki kavgayı tartışmak. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kavga beni çok şaşırttı. Genelde Diyanet teşkilatı Türkiye'deki tarikat ve cemaatleri karşısına almaz. Süleymancılarla böyle bir kavgaya girişmesi kesinlikle üzerinde araştırma yapılması gereken bir konu... Ama dediğim gibi, bu konunun Türk tarikat ve dini cemaatlerin Suudi ve İran ilişkileri ile hiçbir alakası yok. Dördüncü bölüm kitaba ismini veren Suudi devletinin dini cemaatlere yardımını yönlendiren örgütü Rabıta al Alam al İslami'ye ayrılıyor. Bence Uğur Mumcu'nun en önemli gazetecelik başarısı da bu bölümde ortaya çıkıyor. Rabıta örgütü ile bağlantısı olanlar büyük bir titizlikle ortaya çıkarılıyor. Bu örgütle Türkiye de bağlantılı olması kuvvetle muhtemel kurum ve vakıflardan dört tanesi göze çarpıyor: Faisal Finans, Al Baraka, Aydınlar Ocağı, Bereket Vakfı ve İlim Yayma Cemiyeti... Bağlantıyı kuvvetle muhtemel kılan ise bu kurum ve vakıfların kurucularının Suudi Arabistan'la olan bağlantıları... Öte yandan Uğur Mumcu aynı bölümde Süleymancıların vakıflarına da aynı muameleyi yapıyor. Fakat Süleymancı vakıfların aynı grup içinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceğine emin değilim. Çünkü tamamen farklı bir kadro tarafından kurulmuş vakıflar. Mumcu'nun karmaşık anlatımında göremediğim veya kaçırdığım noktalar mı var.. Süleymancı vakıfları da Suudi yardımı almış vakıflarla peşi sıra tartışması bu vakıflarında Suudilerden yardım aldığını çağrıştırıyor. Alıp almadıklarını bilmiyorum. Belki almışlardır. Ama elindeki delillerle Uğur Mumcu'nun Süleymancıları da aynı sınıfa dahil etmesi ciddi araştırmacı gazeteci kimliğine gölge düşürmüş.
Kitap aslında bu bölümle bitiyor. Beşinci bölüm Rabıta olayının Türk basınındaki yankıları... Meraklısı için önemli bir arşivleme olmuş bu bölüm... Elimdeki Rabıta kitabı 24. Baskı... Toplam 500 küsür sayfa... Fakat bu 500 küsür sayfanın sadece 150 küsür sayfası ana kitap... Geri kalanı olayın Türk basınındaki yansımaları ve belgelere ayrılmış.
Uğur Mumcu'nun bu kitapta gölge düşürdüğü diğer bir yönü daha var: konusuna karşı takınması gereken tarafsız duruşu... Herhangi bir yazarın dünya görüşünün ve bir ideolojisinin olması kaçınılmazdır. Ama araştırma da amaç bu dünya görüşünün ve ideolojinin konuya yaklaşımını etkilememesidir. Uğur Mumcu'nun üzerine çalıştığı konu ile alakalı anlatımında oldukça alaycı ve küçümser ifadelerini çok itici buldum. Bence böylesine önemli bir kitaba hiç yakışmamış.
Uğur Mumcu'nun Türkçeye hakimiyeti oldukça etkileyici... Ağdalı ve uzun cümlelere kaçmadan meramını kısa ve öz Türkçe ifadelerle anlatabilmesi şahsen benimde sahip olmak istediğim ve çabaladığım bir özellik...
Uğur Mumcu Rabıta ile çok önemli bir konuyu aralıyor. Bu aralıktan girilip devamının getirilmesi ve üzerinde daha çok çalışılması gereken bir konu bu... Türk tarikat ve dini cemaatlerin İran ve Suudi Arabistan bağlantıları daha fazla çalışmayı hakeden bir konu.. Rabıta'nın ilk baskısı 1987'de.. yani aradan 21 yıl geçmiş... Halen daha bu çok önemli araştırma konusunun üzerine gidilmemiş olması tek kelime ile üzücü...
Kişisel duygularımı bu tahlile karıştırırsam... Suudi Arabistan veya İran'dan tek kuruş dahi olsa para sağlayıp Türkiye'de veya yabancı ülkelerdeki Türkler arasında dini çabalar içine girenlerin mutlaka ama mutlaka tarih önünde Türk milletinin karşısına çıkmasında önem görüyorum. Bunu yaparken de genellemelerden kaçınmalı bütün dini kişi ve cemaatler Suudi veya İran'la bağlantılıdır şeklinde yaftalamadan kaçınarak yapmak gerekir bunu... Taki aksi ispatlanana kadar...
Uğur Mumcu gibi ciddi bir gazetecinin diline dolanan müstehzi ifade sizin de dikkatinizi çekmiş. Şerif Mardi'in hala alanında önemli bir çalışma olan Din ve İdeoloji kitabı'nın sonuç kısmına bakın. Oraya kadar tam bir akademik üslup ile gelen kitap birden üfürükçü vs. tabirlerini kullanmaya başlıyor. Nurcu olan insanlarla alakalı, 'sosyeteye katılamayanlar bari halkın eliti olayım' diye Nurcu oluyorlar gibi garabetlere gidiyor, ve Kemalist rejime, siz bu hataları yapmaya devam ettiğiniz sürece üfürükçüler var olmaya devam edecek gibi policy tekliflerinde bulunuyor. Fakat Bediüzzaman Olayı'nda bu garabete girmiyor. Sonra ne oluyor, TUBA'ya üyeliği üç kere reddediliyor (Hürriyette TUBA başkanının roportajı: tarafsızlık adına bir adamı çok fazla parlatamazsınız), Alpaslan Işıklı'nın 28 Şubat sürecinde SBFlere verdiği konferansta Nurcuların Laik Yandaşları'nın temsilcisi ilan ediliyor. Acaba Cumhuriyet dönemi elitinin üzerine bir haller mi gelmişti de bir zamanlar sembolik te olsa İslam ve Müslümanlardan (özellikle Sünni-ortodoks, Nakşi veya onlara yakın) bahsederken, en azından istahzalı bir tavırla kendilerini onlardan ayırdıklarını ifade etmek zorunda mı kalıyorlardı? Belli kesime karşı müstehzi tavır Gezi parkı twittlerinde bile fazlasıyla sırıtıyordu. Acaba "alaya alma" tavrı için Himi Yavuz hoca ne düşünür?
YanıtlaSil