Modernleşme süreci ile din ve dini pratiklerin arasındaki ilişkinin çatışmalı bir ilişki olduğu genel kanıdır. Herhangi bir toplum veya bireyin modernleşmesinde din ve dini pratikler engelleyici işlev görür. Her ne kadar modern devletten modern kapitalist sisteme kadar modern dünyanın temel öğelerinin doğuşunda dinin pozitif rolü ve katkısını iddia edenler çıksa da, ki bunlar arasında Max Weber de vardır, bu rol ve katkı kısa sürelidir ve takip eden dönemde ortadan kalkar. Modernleşme ise engellenemez bir süreç olduğu için, doğal olarak din ve dini pratikler bu süreçte yok olmaya veya etkisini yitirmeye mahkumdur. Modernleşmenin bu yan etkisi 'sekülerleşme' olarak isimlendirilir.
Kuramcılarına göre sekülerleşme Batı'da bir çok kaynaktan beslenen bir süreçti. Kapitalist ilişkilerin bireyleri sarması ve toplumsal ilişkileri yeniden düzenlemesi, devletin dönüşümü, yeni bilimsel bulguların ortaya çıkması sekülerleşmeyi derinleştiren ve şekillendiren bağımsız süreçlerdi. Yani, sekülerleşme kendine has dinamiği olan bir süreç değildi, modernleşmenin başka alt süreçlerinin yan ürünüydü.
1950'lerden başlayarak Batılı sosyal bilimciler dikkatlerini Batı-dışı toplumlara yöneltmiş ve neticede sekülerleşme sürecinin Batı-dışı toplumlardaki hikayesini sunan yazın ortaya çıkmıştır. Bu yazının temel iddiası şudur: Batı'nın yaşadığı dönüşümleri yaşamayan Batı-dışı toplumlarda sekülerleşme Batı ile temasta olan elitler kanalıyla bu toplumlara sirayet eder. Batı bilimi, hayat tarzı ve felsefelerine aşina olan elitler Batı'daki benzerleri gibi dine ve dini pratiklere soğuklaşir ve toplumlarını da benzer şekilde dönüştürmek isterler.
Bu yazına göre Türk sekülerleşmesi yukarıda kısaca özetlediğim şekilde Osmanlı döneminde başlar ve Atatürk döneminde doruğuna ulaşır. Kurgu cidden çok basittir. Batı ile irtibata geçen bir grup gittikçe dinden uzaklaşır, eğitimleri sayesinde (aslında modernleşmenin önlenemezliği sayesinde) elit hale gelir ve toplumlarını sekülerleştirmeye çalışırlar.
Ahmet Güner Sayar Hoca bu kitabına tek parti döneminin en uzun süre görev yapan eğitim bakanı 'Hasan Ali Yücel'i konuk ediyor. Hasan Ali Yücel'in sekülerleşme kuramının önerdiği kurgu içerisinde hayati bir rol oynadığı son derece açık olsa gerek. Sekülerleşmenin taşıyıcısı olan bir partinin yıllarca eğitim bakanı olmakla kalmamış, o partinin ideolojisini yaydığı Halk Evleri'nin en etkin ve aktif kişisi olmuş bir isimdir. Halk Evleri ki bugün Türkiye'nin aşırı laik devlet kadrolarını yetiştiren kurumlarıdır.
Sayar Hoca karşımıza sekülerleşme yazınına en temelinden itiraz edebilecek bir Hasan Ali Yücel portresi ile çıkıyor. Başlığında da belirtildiği gibi kitap Hasan Ali Yücel'in tasavvufi dünyası ve mevleviliğine dikkatimizi çekiyor. Kitabın konusu iki ana bölümde irdeleniyor. En büyük ana bölüm Hasan Ali Yücel'in Mevlana sevgisine ayrılmış. Hasan Ali Yücel'in çocukluğundan vefatına kadar hayatını Mevlana sevgisi ile yaşadığı bu bölümde bir çok anekdotla, Hasan Ali Yücel'in şiir ve yazılarından alıntılarla örneklendiriliyor. İkinci ana bölüm ise Hasan Ali Yücel'in mevleviliğini değerlendiriyor. Bu bölümde mevleviliğinin içeriği doldurulmaya çalışılmış. Şeyhi ve tekkesi ile ilişkisi, şahsi terbiyesi, diğer evliyalara bakışı, bu bölümde tartışılıyor. Öte yandan bu bölümün ilk bölüme göre oldukça zayıf kaldığını not edeyim. Kitabın en ilginç bölümü bence sonuç bölümü. Keşke daha uzun tutulsaydı. Bu bölümde Sayar Hoca Hasan Ali Yücel'i bütün yönleriyle değil, sadece bir yönüyle değerlendirdiği, tam bir portre çalışması yapmadığını itiraf ediyor. Ayrıca Hasan Ali Yücel'in icraatlerine yöneltilen eleştiriler daha doğrusu saldırıları not ediyor. Bu saldırılara cevap vermek yerine haksızlıklarını not ederek geçiyor. Neden haksız olduklarını kitapta öğrenemiyoruz. Yanlış anlaşılan bir diğer değer olarak çizilmiş Yücel'in portresi. Sayar Hoca saldırıların haksızlığına cevap vermek yerine suçlama yoluna sapıyor ve Yücel'e yöneltilen saldırıların milli eğitimimizi bugün ki acınacak duruma getirdiğini iddia ediyor. Aradaki ilişkiyi nasıl kurduğuna dair ise herhangi bir fikrim yok.
Şunu not etmek gerek. Tek parti döneminin din politikaları sadece Türkiye değil bütün İslam dünyasında şiddetle eleştirilegelmiştir. Mısırlı bir arkadaşım gençliğinde Atatürk'e hakaret etmeyen bir Cuma vaazı hatırlamadığını bana bir keresinde söylemişti. Hasan Ali Yücel'e yönelmiş saldırılar aslında tek parti döneminin din politikalarına yöneltilmiş klasik saldırılar olarak gözüktü bana. Bu saldırıların bazıları Atatürk'ü Deccallikle suçlamaya kadar varabiliyor. Atatürk ve arkadaşları sadece dini cemaatler tarafından değil bir çok sosyal bilimci tarafından din karşıtı olarak resmedilmiştir. Bu resiminde dayanakları yok değildir. Önemli din kurumları kaldırılmış, bazı din adamları hapse konmuş, bazıları yurtdışına sürülmüş ve bazıları asılmış. Ne tür bir mevlevilik anlayışı bütün bunları içine sindirebilmeye cevaz verir? Bu soru Sayar hoca'nın mutlaka cevaplaması gereken bir soru değil miydi. İç hayatında mevlevi, ama siyasi fırsatçılığından dolayı rejimle işbirliği yapmış birisi olarakta görülebilecek bir isim Hasan Ali Yücel.
Bu tartışma bitmez ve cidden beni ilgilendirmiyor. Bence Hasan Ali Yücel portresi ile Sayar Hoca sadece sekülerleşme kuramcılarını değil, ayrıca Şerif Mardin Hoca'nın başını çektiği araştırmacılar grubunuda karşısına alıyor. Bu grup modernleşme ile başedebilen tek tarikat olarak Nakşibendi tarikatını nazara veriyor. Sayar Hoca Mevleviliğinde benzer şekilde modernleşme sürecine aktif bir şekilde dahil olabileceğine dair güçlü bir örnek getiriyor önümüze... Tabi ki ne sekülerleşme kuramını ne de Şerif Mardin'i kuramsal olarak doğrudan karşısına alıyor Sayar Hoca. İktisadi düşünce tarihçisi olması dolayısıyla bu kuramsal tartışmalara girmemesi anlaşılır. Ama Hasan Ali Yücel örneği mutlaka ve mutlaka bu konularda çalışan sosyal bilimcilerin ziyaret etmesi gereken bir örnek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder