İktisatçılarla alakalı yaptığım bir espiriyi hatırlıyorum. ABD’de soyut-matematiksel iktisat’la dalga geçmek için yaptığım bir espiriydi bu. İktisat bölümünün koridorlarındaki sessizliği bir çığlık böler. Birisi buldum, buldum diye bağırarak fırlar odaların birinden. Diğer odalar da peşi sıra açılır ve herkes buldum buldum diye ortada çığlık çığlığa koşan kişinin etrafında doluşur. Ne buldun? Adam anlatır. Hatırlarsanız bir teoremim vardı ama bir türlü matematiksel ispatını yapamamıştım. Eeee.... İşte o ispatı yaptım sonunda... Adam heyecanla ispatını anlatır ve herkes ispat karşısında hayranlıkla tebrik ederler adamı. O sırada oradan geçmekte olan birisi saf saf sorar adama: peki teoremin neyi açıklıyor? Herkes donar kalır. Evet, teorem neyi açıklıyor? Soru karşısında şaşıran adam bir müddet düşündükten sonra şöyle der: orasını daha düşünmedim.
Nedense Asa Lundgren’i o iktisatçıya benzettim. Önemli bir farkla ki, Lundgren gerçek hayatı çok iyi biliyor. Sorunu, gerçek hayatın teorisini yapmak: somuttan soyuta geçebilmek. Aslında bu sadece onun değil, genel olarak uluslararası ilişkiler çalışan hemen hemen her siyaset bilimcinin sorunu. Düşünmeden söyleyeyim aklıma geleni: Siyaset Biliminin bir alt dalı olan Uluslararası İlişkiler de aslında İktisat’tan çok farklı değil galiba.
Kitaba dönersek: Türkiye’nin çok şeyi çelişkilerle dolu olduğu gibi, Kuzey Irak politikası da çelişkili... Bir devlet kendi devlet yapısı konusunda kaygılı olabilir. Ama bir o kadar başkasının ki ile alakalı neden kaygılı olur ve bu kaygısını o devlete karşı dış politikasının temel duruşu haline getirir? Kuzey Irak söz konusu olan. Türkiye’nin üniter devlet yapısı ile alakalı kaygılarını sağır sultan duymuştur. Peki ama Irak’tan bize ne? Adamlar ister federal devlet der, ister üniter. Asa Lundgren kitabında çözümlemeye çalıştığı bu çelişki. Kitabın 2 bölümü bu çelişkinin ortaya konması ve Türk devletinin bu çelişki ile nasıl başetmeye çalıştığı ile alakalı. Bölümlerden 6. bölümde Amerika’nın Irak’ı işgalinden önceki dönem ele alınırken, diğeri 7. bölümde işgal sonrası dönem ele alınıyor. Ama esas konu değişmiyor. Türkiye’nin Irak’a yönelik dış politikasının bu değişmeyen duruşu...
Bu duruşu çelişkili iki önemli sebep var. Çok ilğinç olmayan birinci sebep, Türkiye’nin kendi iç işlerine karışılmasında gösterdiği hassassiyetle, dış politikada bir başka ülkenin iç işlerine bu kadar rahat karışabilmesinde yatıyor... Konu sadece Kuzey Irak’a yapılan askeri müdaheleler veya asker bulundurmak değil... Türkiye bu konuda Kuzey Irak’taki otorite boşluğunu hafifletici sebep olarak öne sürüyor. Bizzatihi devletin yapısının ne olması gerektiği konusunda gösterilen dirençe ne demeli. İkinci sebep daha da ilginç. Aslında Kuzey Irak’ta otorite boşluğunun doğmasından, bilfiil otonom bir Kürt bölgesinin çıkmasına kadar peşi sıra gelen olaylar zincirine Türkiye’nin katkısı çok büyük. Negatif bir katkı değil bu. Doğrudan böyle bir zincirlemenin gerçekleşmesi Türkiye’nin katkıları olmasaydı olmazdı denebilecek boyutlarda.. Çelişki, birşeyi istememek, ama onun olmasına herkesten daha fazla katkı da bulunmak.
Hemen belirteyim. Lundgren’in amacı bu çelişkiyi çözmek değil. O sadece bu çelişkiyi bütün netliği ile gözlerimize seriyor. Lundgren’in asıl amacı farklı. Lundgren Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını başka bir yöne bağlamanın derdinde... Yani gerçeğe teorik bir kılıf geçirmek istiyor. Bunu da Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı duruşunu Cumhuriyet elitlerinin Osmanlı bakiyesi etnik yapıdan tek bir ulus inşası (nation-building) kaygısı / projesi ile ilişkilendiriliyor. Yani olan biten, Türkiye’de Türklüğün içini doldurma çabası. Ne bitmez bir süreçmiş... 70-80 yıldır bitmeyen, bir türlü yakamızdan düşmeyen bir süreç.
Nedense Güney Koreli bir arkadaşımı hatırlattı bu bana. Amerikan üniversitelerinde artık din haline gelmiş Uluslararası İlişkiler akımlarından ve onların yobaz takipçileri elinde çok ağır bir fiyat ödemiş bir arkadaşımı. Doktora yaptığı üniversitenin Uluslararası İlişkiler ana dalı neo-realizm’e fanatiklik derecesinde karşı bir hoca takımının elinde... O ise şöyle derdi: ‘Ben Güney Koreliyim. Batı’mda 1.3 milyarlık Çin, Kuzey’imde nükleer isteyen Kuzey Kore, Doğu’mda 200 milyonluk Japonya... Ben nasıl neo-realist olmayayım.‘
Arif olan anlar.
Her ne kadar teorik bağlantı hoşuma gitmese de, bu çerçeve kullanılarak yapılan Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı politikasının söylem analizini oldukça beğendiğimi belirtmeliyim. Kitabın 5. bölümü bu söylem analizine ayrılmış. 4. Bölümde Türkiye’de Kürt kimliği sorunu, 2. bölümde devletlerin dış politika duruşlarının iç politika hesaplarını (birlik-beraberlik ve ulus inşası) ele alıyor. 3. Bölüm ise aynı konuyu Türkiye örneğinde tartışıyor.
Sorun, sebep ve sonucun karıştırılması. Bu tür Sherlock Holmes’ci analizleri çok doğru bulmuyorum açıkcası. Sonuca bakıp, o sonuca zaten birilerinin kafasındaki amaç muamelesi yapmak bence metodolojik olarak problemli ve çok basite kaçmak. Böyle yapılırsa ortaya çıkan çalışma, Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik dış politikasını İran, Suriye, İsrael ve Irak’ı hesaba katmadan analiz etmiş olur. Bu ise ne kadar kabul edilebilir, siz takdir edin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder