İran devrimi (daha sonra İslami sıfatı eklenecek) akademik dünyayı bir çok açıdan hazırlıksız yakaladı. Devrim yüzyılların en önemli şarkiyatçı varsayımını sorguladı: Doğu toplumlarının despot bir devlet karşısında sindirilmişliği, pısırıklığı, uyuşukluğu... Sekülerleşme yazınına en ölümcül darbe de bu devrimden geldi. Modernleşme karşısında tarihin sayfalarına karışması gereken bir toplumsal tabakanın siyasi olarak etkin olduğu ortaya çıktı.
Bu her açıdan olmaması gereken devrim üzerine yığınla çalışma yapıldı. Bu çalışmaların çoğu ve daha akademik olanları devrimin nasıl meydana geldiği sorusu ile ilgilendi. Geri kalanı ve azınlıkta olanları ise İran'da devrim sonrası hayat üzerine yoğunlaştı. Bu ikinci gruba giren çalışmalar daha çok İran'ın dini rejimini hedef alıyordu. Yüzlerce anekdotun bize aktardığı baskı altında karamsar bir İranlı tablosu idi. Hamid Dabashi gibi çizilen bu karamsar resme karşı çıkanlar da oldu. Ama genel resim İran'ın yaşanmayacak bir yer olduğu idi.
Dini öğretileri devlet gücüyle topluma uygulatmaya çalışan bir devletten ne beklenirdi ki? Buradaki hakim varsayım din adamlarının katışıksız idealist oldukları varsayımı... Aynı varsayım nispeten dindar siyasetçilerimizi de analiz ederken belirmiyor mu? AKP'nin sıradan bir parti, R.T. Erdoğan'ın sıradan, pragmatist bir siyasetçi olma ihtimali nedense bize uzak geliyor. Hem partiyi hem Erdoğan'ı çok uzun vadede de olsa bir siyasi planın taşıyıcısı veya uygulayıcısı olarak görmek başka ne ile açıklanabilir?
Olivier Roy'un Farhad Khosrokhavar'la kaleme aldığı İran: Bir Devrimin Tükenişi işte kafalardaki bu hakim varsayımı temelinden sorguluyor ve yıkıyor. Aslında Roy'un Siyasal İslam'ın İflası kitabı da benzer bir amacı güdüyordu. Belli bir toplum idealini gerçekleştirmek için yapılan devrim siyasetin sıradan koridorlarına girince idealizmini kaybediyor, gerçeklerle yüzleşerek sıradan hale geliyordu. Roy, Khosrokhavar'la birlikte aynı neticenin daha geniş bir hayat alanında da gerçekleştiğini gösteriyor bu kitabında... Bir anlamda din sekülerleşiyor.
Kitap Giriş, Sonuç ve sekiz bölümden oluşuyor. Birinci bölüm devrim sonrası geçen 20 yılı anlatıyor. Daha çok siyasi tarihin anlatıldığı bu bölüm Hatemi'nin başkanlığa gelmesinin İran siyaset sahnesi arka planında önemini vurguluyor. Kısaca Hatemi'nin başkanlığı İran'da muhafazakarlar ve reformcular olarak iki grubun varlığını ve bu ikisinin arasındaki çatışmanın derinleşmesinin göstergesi... Bu aslında bilinen birşey... Roy ve Khosrokhavar takip eden bölümlerde siyasi alanda süregiden mücadelenin entellektüel, ideolojik, hatta teolojik temellerine iniyorlar. İran siyasetinin anlaşılmasında işte bu noktada katkıları başlıyor.
İkinci bölüm benim için kitabın en ilginç bölümü... Devrimin nispeten bütün bir yapı arzeden Şii İslamı'nı nasıl alt üst ettiğini bu bölümde görüyoruz. İlk önce devrim öncesinde Şii İslamın siyaset anlayışının değişimi izleniyor. Daha sonra İran'daki dini rejimin kendisini yasallaştırması ele alınıyor. Bu yasallaştırma da din önemli bir rol oynuyor kuşkusuz. Fakat Roy ve Khosrokhavar ısrarla Humeyni'nin bile siyasi mantık ve dini mantık arasında daima siyasi mantığı öncelediğini vurguluyor. Din adamlarının devletin ve ticari ilişkilerin içine çekilmesi de İran'da dinin sekülerleşmesinin taşıyıcıları olarak karşımıza çıkıyor bu bölümde. Yine İran'ın dış siyasetinin İran'ın milli çıkarlarına indirgenmesi benzer bir etkiye sahip. Yani etnisite-üstü bir dini anlayış gittikçe millileşiyor.
Üçüncü bölümde İran'ın siyasi düzlemine akseden yarılmanın entellektüel düzlemdeki izdüşümü ele alınıyor. Kısaca, Şiilikte İslami devlet kavramı ekseni etrafında dönen entellektüel tartışmalar bu bölümde özetlenmiş. Bunun için Abdülkerim Soruş, Muhsin Kadıvar, Müçtehid-Şabestari ve bu tartışmanın parçası daha nice İranlı muhafazakar entellektüellerin görüşleri bu bölümde tartışılıyor.
Dördüncü bölümde İran toplumunun devrim sonrası geçirdiği dönüşümleri ele alıyor. Nufüs, kentleşme, ekonomi bu bölümün başlıca ana konularını oluşturuyor. Ayrıca İran'da hakim olan haliyle islami ekonomi uygulaması da bu bölümde ele alınıyor.
Nispeten uzun beşinci bölüm gençlik üzerine... Bir önceki bölümlerde olduğu gibi burada da gösterilmeye çalışılan İran'ın sekülerleştiği... Yani devrim rejimin algıladığı gibi İslam'ı anlayan homojen bir entellektüel kesim meydana getiremedi. Hayal ettiği gibi bir toplumsal dönüşümü yönlendiremedi. Aynı başarısızlık belki de en gözle görülür bir biçimde hayal edilen gençliği eğitememek şekillendirememekte ortaya çıktı. Bireyselliğini ortaya koyan, dini rejimin anladığı gibi anlamayan, yaşamayan, devrimden soğumuş, hatta, apolitize olarak karşıtlığını ortaya koyan bir gençlik ortaya çıkmış İran'da... En basit eğlencelerden mahrum, bildik İranlı gençlik tablosu bu... Benim için daha da ilginç olanı benzer eğilimlerin Hizbullah ve Besic gibi dini kurumları dolduran gençlerde de hakim olması... Her ne kadar bu tartışmada ki iddialar yeterince örneklerle gösterilmemiş olsa da, akla hiç uzak gelmeyen bir ihtimal bu... Nilüfer Göle benzer bir tabloyu İslami bir romanın tahlili üzerinden çizer. Buna göre çok idealist bir İslamcı genç bir kıza aşık olur ve değişir. Bu değişim aslında tam olarak sekülerleşmedir. Dünyayı ve onun verebileceklerini farketme...
Altıncı bölümde çok önemli bir konuya ayrılmış: İran'da ortaya çıkan feminizim... kadın sorunlarının belli başlıcalarının tartışıldığı bu bölümde de yine nispeten muhafazakar kesimlerde beliren feminist eğilimleri ele alıyor. Bu çok ilginç bir karşılaştırma konusu olabilir. Zira benzer bir eğilimin Türkiye'deki islami çevrelerde ortaya çıktığını biliyoruz. Bu bağlamda İran'daki en önemli yenilik bence, fıkhın tekrar gözden geçirilmesi. Benzer bir talep Amerika'daki Müslüman kadınlar arasında da yaygın. Bildiğim kadarıyla Türkiye'de işi fıkhı sorgulamaya kadar götüren İslamcı feminist yok.
Yedinci ve sekizinci bölümler oldukça kısa... İlkinde, bir sinema filmi ve bir roman örneğinde İran'da devrimin öldüğü iddiası gösteriliyor. Diğerinde yurtdışında yaşayan İranlılar ve İran'a göçen Afganlıların İran'daki konumları ele alınıyor.
Khosrokhavar ve Roy'un kitaplarını kaleme alırken kafalarında belli bir model olduğu kuşkusuz... Bu model İslami devlet ve toplum modeli... Kafalarındaki bu modele göre İran'ın devrim sonrası dönüşümünü tartışıyorlar. Bu modele göre İran'ın sekülerleştiğini gösteriyor. Peki o model İran'da hiç varolmuş mu? Belki birileri o modeli kurmak istedi cidden... Ama peki kurabildiler mi?
Yazarların tam olarak o İslami devlet ve toplumdan ne anladıklarını bilmiyorum. Zira kitabın herhangi bir yerinde bu tartışılmıyor. Sekülerleşme ile anladıkları dinden uzaklaşma, bireyselleşme, vs. Daha net bir tanımla gelselerdi, kitabın katkısı daha da büyük olurdu. Böylelikle laiklik nedir, sekülerleşme nedir tartışmalarının tam ortasında bulunduğumuz bir zamanda, kafamızdaki kavram karmaşasına bir son verebilirlerdi.
İran: Bir Devrimin Tükenişi devrim sonrası İran'ı merak edenler ve Türkiye üzerine düşünmek isteyenlerin mutlaka okumaları gereken bir kitap.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder