Osmanlı/Türk modernleşmesi yazınında hakim görüş modernleşmenin dini toplumsal hayatın dışına atma çabası olduğudur. Nitekim Niyazi Berkes'in bu alandaki klasik eseri, Türkiye'de Çağdaşlaşma'nın ingilizce aslı Türkiye'de Sekülerleşmenin Gelişimi (The Development of Secularism in Turkey)'dir. Bernard Lewis'in Modern Türkiye'nin Doğuşu da Osmanlı/Türk modernleşmesi sekülerleşme süreci etrafında kurgular. İlginçtir ki, Berkes-Lewis kurgusu hemen hemen Türkiye'de her kesim, İslamcı olsun, Kemalist olsun, tarafından kabul edilmiştir. Süreç sonucunda din, devlet, siyaset, ekonomi ve diğer alanlardan dışlanmış, vicdanlara hapsedilmiştir. Türkiye'de İslamcı söylem bu kurgunun bir adım ötesine gidip, özellikle Cumhuriyet döneminde amacın dinin vicdanlardan da atılması olduğunu öne sürer.
Bu klasik kurguyu te'yid eden en önemli örnek kuşkusuz Bediüzzaman Said Nursi örneğidir. Osmanlı'nın son döneminin bu hırçın İslamcısının, Cumhuriyet döneminde hapis hapis, mahkeme mahkeme, belde belde sürülmesi tek parti iktidarının dini bastırmasının mükemmel bir örneği olarak karşımıza sunulur. Said Nursi'nin bizzat kendisinin de bu resme önemli katkılarda bulunduğuna şüphe yoktur. Said Nursi Cumhuriyet ilan edildiğinde, 50 yaşlarında, evlenmemiş ve daha yaşayacak 37 yılı olan birisiydi. Demokrat Parti dönemi dahil, bu 37 yılı ne açıdan bakılırsa bakılsın rejimin uygulamaları tarafından harcandı. Bundan dolayı birilerine kızgın/kırgın olması, bütün bunların onun başına neden geldiğini, hayatını manalandırmaya çalışması gayet doğaldır, insanidir. Doğal olmayan, olmaması gereken, bu oldukça şahsi okumanın üzerine tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin yakın Türkiye tarihini kurgulamalarıdır.
Kuşkusuz ki, Said Nursi'nin hayatı bize Osmanlı/Türk modernleşmesi ve din ilişkisine dair önemli ipuçları sağlar. Şerif Mardin'in Bediüzzaman Said Nursi Olayı bu iddianın en ikna edici delili olsa gerek. Öte yandan Said Nursi'nin hayatı bilinmezliklerle doludur. Birazda bu yüzden, hayatından bölük pörçük alıntılar yukarıda özetlediğim klasik kurgu için mükemmel veriler sunabilir. Hayat hikayesine kaynak olacak eser, Tarihçe-i Hayat şahsından daha çok eserlerini nazara verir. Sadık takipçilerinin yazdıkları biyografik çalışmalar menkıbe ile gerçekleri birbirine karıştırır. Bu yüzden bu hayat hikayeleri faydalı olsalar da, konu ile alakalı tarih ve sosyal bilimler çalışmalarında dikkatlice kullanılmazlarsa yanıltıcı olabilir.
Cemalettin Canlı ve Yusuf Kenan Beysülen'in araştırmacılık örneği çalışması Zaman İçinde Bediüzzaman bu eksikliği önemli ölçüde gideriyor. Said Nursi'nin hayatı çocukluğundan ölümüne büyük bir titizlikle yeniden kurgulanmış bu kitapta. Belgelerin sustuğu yerde, iki yazar oldukça makul akıl yürütmelerle Said Nursi'nin hayat hikayesini dolduruyor ve gözlerimizin önüne seriyor.
Din adamları, özellikle Said Nursi gibi efsane bir isim, takipçilerinin kaleminde insanüstü bir varlık haline dönüşür. Eserleri de zaman ve mekandan bağımsızlaşır. Bu yüzden söz konusu kişiyi anlamak zorlaşır. Canlı ve Beysülen'in kurguladığı hayat hikayesinde ise, Said Nursi ile daha çok empati kurabildim, onu daha iyi anlayabildim. Çünkü gözümün önünden insanüstü bir varlığın değil, bir insanın mücadelesi geçti. Hayalleri ve hayal kırıklıkları ile, acıları ve sevinçleri ile, zaafları ve yetenekleriyle, inatçılığı ve kompleksleriyle, korkularıyla, dini için herşeyi kaybetmeyi göze almış idealistliği ile bir insan belirdi hayalimde. Devletin hemen hemen hiçbir imkanının ulaşmadığı, Van gölünü güneyden çevreleyen yalçın dağların kucağında doğmuş birisinin nasıl tarihi bir şahsiyet haline gelebildiğinin hikayesini okudum. İstanbul'a 1907'de gelip, Kürtlerin Osmanlı/Türk devletine sadakatlerinin devamı için kendine göre bir çözümünü bulmuş ve bu çözümü hayata geçirmek için çırpınan gencecik birisi ile tanıştım kitapta. Takip eden 18 yıl içerisinde de bütün çırpınmalarının nasıl hüsranla bittiğini görüp büyük bir hayal kırıklığı ile memleketine dönen bir insanı hayal ettim. Muhtemelen İstanbul Türkçesi konuşamadığı, İstanbul'un elit çevrelerinden uzak giyimi ile de alay edilen bir insandı.
İstanbul'dan ilk uzaklaşmasında şöyle diyordu Said Nursi: "Ey Koca İstanbul... Elveda ey gelin libası giymiş acuze-i şemta! Usandım; sen zehirli bala benzersin. Belki, medeni libası giymiş vahşi adama benzersin. Sureten ne kadar medeniliğin var; sireten dahi nifak, sefahet, ağraz içinde o kadar, o derece vahşisin.." (s.164)
Canlı ve Beysülen bu kitapta Said Nursi'nin eserlerini bu hikayenin içerisine yerleştirerek onu daha iyi anlamamıza yardımcı olmuş. Mesela, Said Nursi'yi döneminin diğer İslamcı reformistlerinden ayıran en önemli risalesi, İçtihad Risalesi'nin Kurtuluş Savaşını müteakiben Ankara'da kaldığı süre içinde, Arapça yazdığı bilgisi inanılmaz önemli bir not. Yine çok önemli eserler Sikke-i Tasdik-i Gaybi ve 5. Şua'ların aslında Risale-i Nur'ların mücedditlik iddiasını doğrulamak amacıyla yazılması peşi sıra gelen Abdülhakim Arvasi ile yaşanan tartışmayı anlamamıza yardımcı oluyor.
Kitabın yakın Türkiye tarihini anlamamıza yardımcı olacak önemli bir katkısı, dini grup ve muhafazakar kesimlerin Demokrat Parti ile birlikte sağ partilere yaklaşma sürecini detaylandırması. Bunu Said Nursi'nin aslında 1917 devriminin hemen ertesinde komünizme sempatik yaklaşması arkaplanında okumakta ayrıca şaşırtıcı.
Bence, kitabın en önemli katkısı, en başta özetlediğim Osmanlı/Türk modernleşmesi ve din arasındaki hakim algıya önemli bir itiraz getirmesi. Said Nursi'nin Cumhuriyet tecrübesi aslında bize aktarıldığı kadar rejimin din karşıtlığına hükmetmemizi netice verecek bir tecrübe değil. Kitaptaki anlatıma göre, Said Nursi Demokrat Parti döneminde devletle daha fazla sorun yaşıyor, tek parti döneminde değil. Sürekli gözetim altında olmasının sebebi ise, din adamlığından daha çok Kürtlüğü.
Kitapta daha birçok ilginç bilgi var. Hepsini burada paylaşmam mümkün değil. Bir bütün olarak kitap Osmanlı/Türk modernleşmesine dair önyargılarımızı ve önkabullerimizi ciddi bir sorgulamaya tabi tutuyor. Konu ile alakalı son sözü tabi ki söylemiş değil. Ama bundan sonra Canlı ve Beysülen'in çalışmasını gözardı eden her çalışma eksik olacaktır.
Bazı kitaplar vardır, keşke bu kitabı ben yazsaydım dersiniz. Zaman İçinde Bediüzzaman benim için öyle bir kitap. Keşke ben yazmış olsaydım.
1 Ağustos 2011 Pazartesi
27 Temmuz 2011 Çarşamba
Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis Yayınları, 2009
İslam'da kadın konusu belli önyargılar ve genel geçer varsayımlar esas alınarak çalışılıyor. Özellkle Türkiye'deki çoğu feminist yazar İslamda kadın konusuna belli ön kabullerle ve dine karşı başlangıçtan var olan (a priori) negatif yargılarla yaklaşıyor. 'Din gelişmeye engeldir, din geri kalmanın kaynağıdır' şeklindeki yaklaşım modern kadın çalışmalarında hakim. Bu yaklaşımın uzantısı olan 'kadınların ikincil konumuna islamın sebep olduğu' fikri ülkemizde seküler feminist yazarlar tarafından geniş kabul görüyor. Karşılaştırmalı din analizi yapan bazı feministler yalnızca İslamı değil Hıristiyanlık ve Yahudiliği de çalışmalarına dahil ederek daha genel anlamda bütün dinlerin kadınların ikincil statüsünden sorumlu olduğunu iddia etmeye kadar gidiyor. Son zamanlarda okuduğum, Fatmagül Berktay'ın 'Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın' kitabı bu alanda güzel bir örnek. Kitap yalnızca İslamı değil, Hıristiyanlık ve Yahudilik ile kutsal kitaplarını da içerisine dahil ederek genel bir iddiaya varıyor. Ataerkil toplum biçimlerinin ve buna bağlı olarak kadınların yaşadığı sorunların sorumlusunun 'din' olduğunu öne süren bu iddia, bazı önyargıları ve yanlış kabulleri içinde barındırması bakımından tartışmalı.
Herşeyden önce dini geleneksel ve katı bir bağ olarak tanımlayan ve modernleşmenin önündeki en büyük engel olarak nitelendiren bu yaklaşım, modernitenin tanımını tek yönlü ve hatalı yapıyor. Bu yaklaşım en başından dinleri 'anti modern' ya da 'ilkel' olarak tanımlayıp, yıllar geçtikçe ve şartlar değiştikçe yerinde sayan ve hiçbir gelişme göstermeyen sabit yapılar olarak varsayıyor. Berktay'ın kitabında herşeyden önce bu varsayımın gücü hissediliyor.
Diğer bir sorun da kitapta İslam, Hristiyanlık ve Yahudiliğin kadına yaklaşım açısından aynı kefede tutulması ve yazarın iddiasına ulaşmada benzer işlevi görmesi. Oysa Hristiyanlık ve Yahudilik düşüncesi ile İslam arasında kadına yaklaşım açısından temelde bariz farklar mevcut. Bu farklılıkları 'yaratılış' ve 'cennetten kovulma' kıssalarında görmek mümkün. İnsanlığın ortaya çıkışını ve dünyadaki maddesel yaşamın başlangıcını teorize eden bu kıssalar kadın ve erkek arasındaki dinamikleri büyük ölçüde etkileyerek cinsler arasında bir hiyerarşi kurmada önemli. Nitekim Hristiyanlık ve Yahudiliğin bu iki meseleyi ele alışı ile (kadını ilgilendiren kısımlar açısından) İslamın yaklaşımı arasında büyük farklar var. Berktay'ın kitabındaysa bu farklardan ziyade, tüm dinlerde 'ortak' olan bazı kavram ve algılar ele alnıyor ve bunların kadınların gelişmesine nasıl 'engel' olduğu anlatılıyor.
Konuyu daha net anlamak ve kitaptaki eksik noktaları aydınlatmak için yaratılış ve cennetten kovulma hikayelerinin kutsal kitaplarda nasıl ele alındığını derinlemesine analiz etmek gerekiyor. Zira bu iki mesele dini sistemlerde kadının nasıl algılandığına dair önemli bir ipucu niteliğinde. Hz Adem ile Hz Havva'nın yaratılan ilk insanlar olduğu inancı üç dinde de ortak olan bir nokta. Ancak arada bazı farklılıklar bulunuyor. Bunlardan ilki 'kaburga kemiği' hikayesi. Buna göre Allah (ya da genel ifade ile Tanrı) ilk Adem'i yarattı, sonrasında ise O'nun kaburga kemiğinden bir parça alarak eşi Havva'yı yarattı. Yaratılış süreci İncil ve Tevrat'ta kısaca bu şekilde ifade ediliyor. Kuran'da ise yaratılışla alakalı bölüm Nisa suresi'nde geçen 'Rabbiniz sizi tek bir nefisten yarattı, ondan da eşini yarattı..' ayetiyle anlatılıyor. Ancak ayette geçen 'nefis' kelimesi tefsirciler tarafından farklı yorumlanarak Hz Havva'nın eşi Hz Adem'den, Onun kaburga kemiğinden yaratıldığı yönündeki inanca eklemleniyor. İslami çevrelerde geniş kabul gören bu yaklaşım aslında bizzatihi İslam'a ve kutsal Kitap Kuran'a dayanmıyor. Ancak gerek Kur'an dili olan Arapça'nın 'cinsiyet temelli' yapısı gereği 'nefis' kelimesinin farklı şekillerde tanımlanması, gerekse Kuran'ın indiği dönemde yaratılış konusunda hakim olan inancın Tevrat'ın Tekvin kitabında geçen hikayeye dayanması kaburga kemiği meselesinin İslama atfedilmesine yol açıyor.
Yaratılış bahsinin dışında İslam ile Yahudilik ve Hristiyanlığı birbirinden ayıran en önemli fark şüphesiz 'cenneten kovulma' kıssası. Cennette bulunan yasak bir ağacın meyvesinden yiyen Hz Adem ve Hz Havva'nın cenneten kovularak dünyaya gönderilişinin anlatıldığı kıssa kutsal kitaplarda çok önemli bir noktada farklılaşıyor. Tevrat'ın Tekvin kitabında geçen hikayede şeytan ilk olarak Hz Havva'nın aklına giriyor ve Onu yasak meyveyi yemeye ikna ediyor. Havva ise Adem'in aklını çelerek Onun da yasak meyveden yemesini sağlıyor. Tanrı'ya karşı kendini savunmaya çalışan Adem ise kendisinin bir suçu olmadığını, Havva'nın aklını çeldiğini söylüyor. Bunun sonucunda Tanrı Havva özelinde tüm kadın cinsini 'doğum sancısı ve erkeğe itaat' ile cezalandırırken erkekleri de 'sıkıntılı bir dünya hayatı yaşamaya' mahkum ediyor.
Hikayenin benzer şekilde anlatıldığı İncil'de kadın çok daha net bir ifade ile suçlanıyor. İlgili bölümlerde 'Aslında Adem'in şeytana uymadığı ancak Havva'nın şeytana uyarak günaha girdiği' belirtilerek sorumluluk açıkça kadına yükleniyor. Tevrat ve İncil'de geçen bu bahis kadın ve erkek arasında ciddi bir hiyerarşi yaratırken kadının toplumda tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülerek 'lanetlenmesine' neden oluyor. Bütün bunların bir sonucu olarak o dönem kiliselerinde 'kadının ruh sahibi olup olmadığı'nın dahi tartışma konusu olması, hatta 16. yüzyıl Fransa'sında 'kadının ruh taşıdığı ancak bu ruhun şeytani olduğu' sonucuna varılması şaşırtıcı değil.
Oysa Kuran'da ilgili kıssa anlatılırken dengeli ve eşit bir yaklaşım benimseniyor. 'Şeytan o ikisine fısıldadı', 'Onları yoldan çıkardı' gibi ifadeler Hz Adem ile Hz Havva'ya eşit sorumluluk yüklendiğini gösteriyor. Ancak Tevrat ve İncil'de geçen ve kadını aşağılayan ifadelerin, dönemin Plato'ya dayanan hakim Yunan felsefesi de göz önüne alındığında Kuran tefsirlerinde ciddi izler bıraktığını söylemek mümkün. Nitekim klasik tefsir alimlerinin bir bölümü Tevrat ve İncil'de geçen ifadeleri esas alarak Hz Havva'nın 'erkeğin kadın tarafından yoldan çıkarılmasına ilk örneği teşkil ettiğini' iddia ediyor. Bu durum Yunan felsefesi ve Yahudi-Hristiyan kültürünün İslam düşüncesine ne denli etki ettğini ve kadın hakkında yalan yanlış bir çok inancın İslam'a nasıl sızdığını gözler önüne seriyor. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi eserlerinde 'İsrailiyat ve Yunan felsefesinin Kuran tefsirlerine sirayet ettiğini' söylerken tam da bu noktaya işaret ediyor. Kadını fitne ve fesadın kaynağı olarak gören zihniyetin günümüz müslüman toplumlarında İslami bir kisvede karşımıza çıkması ise düşündürücü. Suudi Arabistan'da kadınların araba kullanmasının 'yeryüzüne fitne fesat yaydıkları gerekçesiyle yasaklanması', kaynağını Yahudi-Hristiyan geleneğinden alan bu ve benzeri inançların, asıl kaynakları araştırılmaksızın İslama dayandırılmasına sebebiyet veriyor.
Tüm bunların yanı sıra her ne kadar ilahi olsalar da tüm dinler bir anlamda 'insan' yapımı. Her din, ortaya çıktığı dönemin şartları ve kafa yapıları doğrultusunda şekilleniyor. Dinlere, ya da daha spesifik olursak kutsal kitaplara halen kullanmakta olduğumuz bazı kavram ve ifadeleri yükleyen biz insanlarız. Dolayısıyla bir dinin direk ve kati olarak herhangi bir alandaki bozukluktan ya da aksaklıktan sorumlu tutulması doğru bir yaklaşım değil. Bu nedenle din sistemlerinde kadın incelenirken 'ilahi olan din' ile 'dünyevi olan insan' arasındaki ayrımı gözetmek, din ile dini yaşayan insanlar arasında fark olduğunu kabul etmek gerekiyor. Müslüman dünyası özelinde konuşursak, Suudi Arabistan'da kadının geri kalmış olması bizzat İslam'dan değil onu yorumlayan insanların, yani müslümanların anlayışından kaynaklanıyor. Bu nedenle İslam'da kadını değerlendirirken, esas kutsal metin olan Kuran ile sınırlı insan zihninin bir ürünü olan tefsirler arasında farklılıklar olduğunu, ayetlerin yorumlanmasında dönemim hakim yargı ve inançları gibi pek çok 'dış faktörün' etkili olduğunu unutmamak gerekiyor. Kısaca var olan bir aksaklıktan direk din sorumlu tutulmadan önce sebep-sonuç ilişkilerinin daha derin analiz edilmesi lazım.
Fatmagül Berktay'ın çalışması tüm dinlerin, özelde ise İslam'ın, kadına bir nevi 'düşman' yaklaştığı varsayımından yola çıkarak en başında hata yapıyor. Modern feminist yazarların kabul etmesi gereken nokta, dinin 'kadınların gelişmesi önündeki en büyük engel' ve geri kalmaya tek sebep' olmak zorunda olmadığı; bilakis doğru ve özüne uygun bir şekilde yorumlandığında kadına ihtiyacı olan gücü fazlasıyla verebileceği gerçeği. 'Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın' ve benzeri çalışmalar, bu saydığım ön kabuller ile hareket etmeleri bakımından eksik kalıyor. Kadının Kuran'da, yukarıda bahsettiğim kıssalardan hareketle, İncil ve Tevrat'takinden bariz bir üstünlükle ele alınmasına rağmen günümüzde neden müslüman dünyasında daha çok sorunla karşı karşıya kaldığını açıklamak için, tüm önyargı ve kabullerden uzak, daha kapsamlı ve tarafsız çalışmalara ihtiyaç var. Dini temelde reddeden bir zihniyetin din'de kadının yerini açıklamaya çalışması sonu en başından belli bir filme benzer..
Not: Bu kitap yorumu Feyza Gümüşlüoğlu'na aittir. Yazısına Timeturk.com'da 27 Temmuz 2011 tarihinde yayınlanmıştır. Yazıya ulaşmak için: http://www.timeturk.com/tr/makale/feyza-gumusluoglu/tek-tanrili-dinler-ve-yanlis-onkabuller.html
Herşeyden önce dini geleneksel ve katı bir bağ olarak tanımlayan ve modernleşmenin önündeki en büyük engel olarak nitelendiren bu yaklaşım, modernitenin tanımını tek yönlü ve hatalı yapıyor. Bu yaklaşım en başından dinleri 'anti modern' ya da 'ilkel' olarak tanımlayıp, yıllar geçtikçe ve şartlar değiştikçe yerinde sayan ve hiçbir gelişme göstermeyen sabit yapılar olarak varsayıyor. Berktay'ın kitabında herşeyden önce bu varsayımın gücü hissediliyor.
Diğer bir sorun da kitapta İslam, Hristiyanlık ve Yahudiliğin kadına yaklaşım açısından aynı kefede tutulması ve yazarın iddiasına ulaşmada benzer işlevi görmesi. Oysa Hristiyanlık ve Yahudilik düşüncesi ile İslam arasında kadına yaklaşım açısından temelde bariz farklar mevcut. Bu farklılıkları 'yaratılış' ve 'cennetten kovulma' kıssalarında görmek mümkün. İnsanlığın ortaya çıkışını ve dünyadaki maddesel yaşamın başlangıcını teorize eden bu kıssalar kadın ve erkek arasındaki dinamikleri büyük ölçüde etkileyerek cinsler arasında bir hiyerarşi kurmada önemli. Nitekim Hristiyanlık ve Yahudiliğin bu iki meseleyi ele alışı ile (kadını ilgilendiren kısımlar açısından) İslamın yaklaşımı arasında büyük farklar var. Berktay'ın kitabındaysa bu farklardan ziyade, tüm dinlerde 'ortak' olan bazı kavram ve algılar ele alnıyor ve bunların kadınların gelişmesine nasıl 'engel' olduğu anlatılıyor.
Konuyu daha net anlamak ve kitaptaki eksik noktaları aydınlatmak için yaratılış ve cennetten kovulma hikayelerinin kutsal kitaplarda nasıl ele alındığını derinlemesine analiz etmek gerekiyor. Zira bu iki mesele dini sistemlerde kadının nasıl algılandığına dair önemli bir ipucu niteliğinde. Hz Adem ile Hz Havva'nın yaratılan ilk insanlar olduğu inancı üç dinde de ortak olan bir nokta. Ancak arada bazı farklılıklar bulunuyor. Bunlardan ilki 'kaburga kemiği' hikayesi. Buna göre Allah (ya da genel ifade ile Tanrı) ilk Adem'i yarattı, sonrasında ise O'nun kaburga kemiğinden bir parça alarak eşi Havva'yı yarattı. Yaratılış süreci İncil ve Tevrat'ta kısaca bu şekilde ifade ediliyor. Kuran'da ise yaratılışla alakalı bölüm Nisa suresi'nde geçen 'Rabbiniz sizi tek bir nefisten yarattı, ondan da eşini yarattı..' ayetiyle anlatılıyor. Ancak ayette geçen 'nefis' kelimesi tefsirciler tarafından farklı yorumlanarak Hz Havva'nın eşi Hz Adem'den, Onun kaburga kemiğinden yaratıldığı yönündeki inanca eklemleniyor. İslami çevrelerde geniş kabul gören bu yaklaşım aslında bizzatihi İslam'a ve kutsal Kitap Kuran'a dayanmıyor. Ancak gerek Kur'an dili olan Arapça'nın 'cinsiyet temelli' yapısı gereği 'nefis' kelimesinin farklı şekillerde tanımlanması, gerekse Kuran'ın indiği dönemde yaratılış konusunda hakim olan inancın Tevrat'ın Tekvin kitabında geçen hikayeye dayanması kaburga kemiği meselesinin İslama atfedilmesine yol açıyor.
Yaratılış bahsinin dışında İslam ile Yahudilik ve Hristiyanlığı birbirinden ayıran en önemli fark şüphesiz 'cenneten kovulma' kıssası. Cennette bulunan yasak bir ağacın meyvesinden yiyen Hz Adem ve Hz Havva'nın cenneten kovularak dünyaya gönderilişinin anlatıldığı kıssa kutsal kitaplarda çok önemli bir noktada farklılaşıyor. Tevrat'ın Tekvin kitabında geçen hikayede şeytan ilk olarak Hz Havva'nın aklına giriyor ve Onu yasak meyveyi yemeye ikna ediyor. Havva ise Adem'in aklını çelerek Onun da yasak meyveden yemesini sağlıyor. Tanrı'ya karşı kendini savunmaya çalışan Adem ise kendisinin bir suçu olmadığını, Havva'nın aklını çeldiğini söylüyor. Bunun sonucunda Tanrı Havva özelinde tüm kadın cinsini 'doğum sancısı ve erkeğe itaat' ile cezalandırırken erkekleri de 'sıkıntılı bir dünya hayatı yaşamaya' mahkum ediyor.
Hikayenin benzer şekilde anlatıldığı İncil'de kadın çok daha net bir ifade ile suçlanıyor. İlgili bölümlerde 'Aslında Adem'in şeytana uymadığı ancak Havva'nın şeytana uyarak günaha girdiği' belirtilerek sorumluluk açıkça kadına yükleniyor. Tevrat ve İncil'de geçen bu bahis kadın ve erkek arasında ciddi bir hiyerarşi yaratırken kadının toplumda tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülerek 'lanetlenmesine' neden oluyor. Bütün bunların bir sonucu olarak o dönem kiliselerinde 'kadının ruh sahibi olup olmadığı'nın dahi tartışma konusu olması, hatta 16. yüzyıl Fransa'sında 'kadının ruh taşıdığı ancak bu ruhun şeytani olduğu' sonucuna varılması şaşırtıcı değil.
Oysa Kuran'da ilgili kıssa anlatılırken dengeli ve eşit bir yaklaşım benimseniyor. 'Şeytan o ikisine fısıldadı', 'Onları yoldan çıkardı' gibi ifadeler Hz Adem ile Hz Havva'ya eşit sorumluluk yüklendiğini gösteriyor. Ancak Tevrat ve İncil'de geçen ve kadını aşağılayan ifadelerin, dönemin Plato'ya dayanan hakim Yunan felsefesi de göz önüne alındığında Kuran tefsirlerinde ciddi izler bıraktığını söylemek mümkün. Nitekim klasik tefsir alimlerinin bir bölümü Tevrat ve İncil'de geçen ifadeleri esas alarak Hz Havva'nın 'erkeğin kadın tarafından yoldan çıkarılmasına ilk örneği teşkil ettiğini' iddia ediyor. Bu durum Yunan felsefesi ve Yahudi-Hristiyan kültürünün İslam düşüncesine ne denli etki ettğini ve kadın hakkında yalan yanlış bir çok inancın İslam'a nasıl sızdığını gözler önüne seriyor. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi eserlerinde 'İsrailiyat ve Yunan felsefesinin Kuran tefsirlerine sirayet ettiğini' söylerken tam da bu noktaya işaret ediyor. Kadını fitne ve fesadın kaynağı olarak gören zihniyetin günümüz müslüman toplumlarında İslami bir kisvede karşımıza çıkması ise düşündürücü. Suudi Arabistan'da kadınların araba kullanmasının 'yeryüzüne fitne fesat yaydıkları gerekçesiyle yasaklanması', kaynağını Yahudi-Hristiyan geleneğinden alan bu ve benzeri inançların, asıl kaynakları araştırılmaksızın İslama dayandırılmasına sebebiyet veriyor.
Tüm bunların yanı sıra her ne kadar ilahi olsalar da tüm dinler bir anlamda 'insan' yapımı. Her din, ortaya çıktığı dönemin şartları ve kafa yapıları doğrultusunda şekilleniyor. Dinlere, ya da daha spesifik olursak kutsal kitaplara halen kullanmakta olduğumuz bazı kavram ve ifadeleri yükleyen biz insanlarız. Dolayısıyla bir dinin direk ve kati olarak herhangi bir alandaki bozukluktan ya da aksaklıktan sorumlu tutulması doğru bir yaklaşım değil. Bu nedenle din sistemlerinde kadın incelenirken 'ilahi olan din' ile 'dünyevi olan insan' arasındaki ayrımı gözetmek, din ile dini yaşayan insanlar arasında fark olduğunu kabul etmek gerekiyor. Müslüman dünyası özelinde konuşursak, Suudi Arabistan'da kadının geri kalmış olması bizzat İslam'dan değil onu yorumlayan insanların, yani müslümanların anlayışından kaynaklanıyor. Bu nedenle İslam'da kadını değerlendirirken, esas kutsal metin olan Kuran ile sınırlı insan zihninin bir ürünü olan tefsirler arasında farklılıklar olduğunu, ayetlerin yorumlanmasında dönemim hakim yargı ve inançları gibi pek çok 'dış faktörün' etkili olduğunu unutmamak gerekiyor. Kısaca var olan bir aksaklıktan direk din sorumlu tutulmadan önce sebep-sonuç ilişkilerinin daha derin analiz edilmesi lazım.
Fatmagül Berktay'ın çalışması tüm dinlerin, özelde ise İslam'ın, kadına bir nevi 'düşman' yaklaştığı varsayımından yola çıkarak en başında hata yapıyor. Modern feminist yazarların kabul etmesi gereken nokta, dinin 'kadınların gelişmesi önündeki en büyük engel' ve geri kalmaya tek sebep' olmak zorunda olmadığı; bilakis doğru ve özüne uygun bir şekilde yorumlandığında kadına ihtiyacı olan gücü fazlasıyla verebileceği gerçeği. 'Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın' ve benzeri çalışmalar, bu saydığım ön kabuller ile hareket etmeleri bakımından eksik kalıyor. Kadının Kuran'da, yukarıda bahsettiğim kıssalardan hareketle, İncil ve Tevrat'takinden bariz bir üstünlükle ele alınmasına rağmen günümüzde neden müslüman dünyasında daha çok sorunla karşı karşıya kaldığını açıklamak için, tüm önyargı ve kabullerden uzak, daha kapsamlı ve tarafsız çalışmalara ihtiyaç var. Dini temelde reddeden bir zihniyetin din'de kadının yerini açıklamaya çalışması sonu en başından belli bir filme benzer..
Not: Bu kitap yorumu Feyza Gümüşlüoğlu'na aittir. Yazısına Timeturk.com'da 27 Temmuz 2011 tarihinde yayınlanmıştır. Yazıya ulaşmak için: http://www.timeturk.com/tr/makale/feyza-gumusluoglu/tek-tanrili-dinler-ve-yanlis-onkabuller.html
6 Haziran 2011 Pazartesi
Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, 4. Baskı, İletişim Yayınları, 2011
Niyazi Berkes... Belki de, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli ve en etkili sosyal bilimcisi… Osmanlı/Türk modernleşmesi üzerine en temel eser onun mesela… ‘Türkiye’nin Çağdaşlaşması’ isimli eserine müracaat etmeden Türkiye’nin yakın tarihine ilişkin bir çalışma yapmak mümkün değil. Bu kitabında kurduğu çerçeve kendisinden sonra onlarca çalışmanın da arka planını oluşturdu. Modernleşme okulunun komada olduğu bu günlerde bile, Berkes’in çalışması halen daha ayakta, dimdik… Türkiye’de bugün din-siyaset ilişkilerine yazılan hemen hemen her kitap Berkes’in kurgusunu tekrarlamanın ötesine geçmez. Şerif Mardin Hoca veya Şükrü Hanioğlu Hoca gibi önemli isimlerin çalışmaları bile Berkes’in çerçevesini değiştirmez, daha fazla detayını sunar o kadar. Kemal Karpat veya İsmail Kara haricinde, bu çerçeve dışına çıkıp, 19 ve 20. Yüzyıl Osmanlı/Türk tarihine yaklaşan olmamış diyebilirim.
Peki, kimdi Niyazi Berkes? Bu soruya cevap bulabilmek için, bir dönem öğrenciliğini yapan Ruşen Sezer’in yayına hazırladığı kendi kaleminden çıkma Unutulan Yıllar’ı okudum. Hemen belirteyim. Soruma cevabı bulamadım. Diğer bir deyişle, Berkes nasıl Berkes oldu? sorusunun cevabını halen daha bilmiyorum. Zira Unutulan Yıllar bir hayat hikayesini değil, 1940’ların Türk Dış Politikasındaki dalgalanmaları anlatıyor. İfademi şöyle düzelteyim. Unutulan Yıllar klasik anlamda bir hayat hikayesi değil. Bu büyük sosyoloğumuza yakışır bir çapta bir dış politika analizi… Öyle bir dış politika analizi ki, Berkes, hayatının en önemli ve en kritik olayını, yani 1948 yılında komünistlikle suçlanarak Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden tasfiye edilmesini, bu dış politika analizinin içine yerleştirivermiş. Bu o kadar kritik bir dönüm noktasıdır ki, Berkes hoca bir daha Türkiye’de hiçbir üniversitede çalışma fırsatı bulamaz. 1952 yılında Kanada’nın ve dünyanın en iyi üniversitelerinden birinde McGill Üniversite’sine yerleşir. Oradan emekli olduktan sonra da İngiltere’ye yerleşir ve orada 1988 yılında hayata gözlerini yumar.
Kısaca özetlemek gerekirse:
Berkes’e göre herşey İsmet İnönü’nün Atatürk’ten sonra Cumhurbaşkanı olması ile başlıyor. Bu aslında Atatürk döneminin de bitişi demek. Zira İnönü döneminde, günümüzün meşhur tabiriyle, Türkiye’nin dış politikasında bir eksen kayması yaşanıyor. İnönü ile, Atatürk’ün bağımsız dış politika izleme siyasası bırakılıyor ve halen daha yakamızı kurtaramadığımız bir süper güce yamanma/dayanma siyasasına geçiliyor. Bu geçiş basit olmuyor tabi. Türkiye’nin yüzündeki kara lekeleri silmesi ve McCarthy’den çok önce McCarthycilik yapması gerekiyor..
Berkes, İkinci Dünya Savaşının Türkiye’de uzun yıllar gizlenen bir Irkçı-Turancı hayali de canlandırdığını iddia ediyor. Aslında bunu biliyorduk. Ama Berkes daha önemli bir iddia da bulunuyor. Bu hayalin canlanmasında bizatihi İnönü’nün ve savaş yıllarında ülkeyi yöneten hükümetin payı var. Berkes özellikle Şükrü Saraçoğlu’nu suçluyor. Almanya’nın savaşı kaybedeceğinin kesinleşmesi üzerine, İnönü ve Saraçoğlu içinde tehlike çanları çalmaya başlıyor. Sonrası bu çanları susturma çabası. 1944’te Irkçılık-Turancılık suçlamasıyla bir kısım kişilerin mahkeme önüne çıkarılması ve daha sonra salıverilmeleri de göz boyamadan başka bir şey değil. Böylece İnönü ve Saraçoğlu ikilisi Nazi Almanyası ile işbirliği suçlamasından sıyrılıyorlar.
Suçluluk duygusu yetmemiş olacak ki, savaş sonrası dönemde İnönü ilk önce İngiltere sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne yamanmaya çabalıyor. Bunun içinde bir dış tehlike, Sovyetler Birliği, bir de iç tehlike, Komünizm, yaratılıyor. Böylece Batı’nın dikkati Türkiye’ye çevrilecek ve yardım muslukları açılacaktı. İşte DTCF olayları olarak bilinen tasfiye, Yunanistan’ın iç savaşına nazire yapar gibi, Türkiye’nin benim de komünizm tehlikem var demesi oluyor Berkes için.
Sovyet tehdidinin varlığı aslında Türkiye’nin dış politika analizlerinde sıklıkla rastlanan bir iddia. Bu iddiaya göre, Sovyetler Birliği savaş sonunda Türkiye’den Boğazlar rejiminin değiştirilmesini ve Doğu’da sınırların tekrar çizilmesini istemişti. Böylece Türkiye’de Batı Avrupa gibi, Sovyet tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Dolayısıyla takip eden soğuk savaş döneminde Türkiye Batı’nın yanında yer almıştı. Berkes’in kitabında Sovyet tehlikesinin abartıldığı iddia ediyor. Sovyetler Birliği’nin söz konusu taleplerinin ilk Hitler tarafından, Türkiye’yi yedekte bekletmek için, ortaya atıldığını öne sürüyor Berkes. Neticede, dışta Sovyet tehlikesini, içte komünizm tehlikesini abartarak, Türkiye kasten ABD’yi yanıltıyor ve koruması altına giriyor.
Berkes’in Unutulan Yıllar’ı Türk dış politikasındaki belki de en önemli eksen kaymasına oldukça farklı bir açı ile yaklaşıyor. Ben bu yaklaşımı varolan yaklaşımdan daha ikna edici bulduğumu belirteyim. Ayrıca Berkes’in çok daha ilginç iddiaları da var. Mesela, Türkiye’nin İsrail’i tanımasını Türkiye’nin klasik Batı’ya dönüklüğü ile değil, 1942 Varlık vergisi ayıbının üzerinin örtülme çabası olarak açıklıyor Berkes. Ters okumayla söylersek, Atatürk Türkiye’nin dış politikasını üstünkörü, ezberci bir şekilde Batı’ya endekslemedi.
Öte yandan Berkes’in bu kitaptaki yaklaşımının daha da geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira, Berkes bu çalışmada akademik bir çalışmanın uyması gereken kurallarına uymamış. Hayat hikayesini yazıyor olmanın rahatlığı ile bir dış politika analizi yapmış. Akademik kriterlere daha dikkatli riayet eden bir çalışmanın, çok ses getireceğine ve kafamızdaki kalıplaşmış inançları sarsacağına inanıyorum.
Peki, kimdi Niyazi Berkes? Bu soruya cevap bulabilmek için, bir dönem öğrenciliğini yapan Ruşen Sezer’in yayına hazırladığı kendi kaleminden çıkma Unutulan Yıllar’ı okudum. Hemen belirteyim. Soruma cevabı bulamadım. Diğer bir deyişle, Berkes nasıl Berkes oldu? sorusunun cevabını halen daha bilmiyorum. Zira Unutulan Yıllar bir hayat hikayesini değil, 1940’ların Türk Dış Politikasındaki dalgalanmaları anlatıyor. İfademi şöyle düzelteyim. Unutulan Yıllar klasik anlamda bir hayat hikayesi değil. Bu büyük sosyoloğumuza yakışır bir çapta bir dış politika analizi… Öyle bir dış politika analizi ki, Berkes, hayatının en önemli ve en kritik olayını, yani 1948 yılında komünistlikle suçlanarak Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden tasfiye edilmesini, bu dış politika analizinin içine yerleştirivermiş. Bu o kadar kritik bir dönüm noktasıdır ki, Berkes hoca bir daha Türkiye’de hiçbir üniversitede çalışma fırsatı bulamaz. 1952 yılında Kanada’nın ve dünyanın en iyi üniversitelerinden birinde McGill Üniversite’sine yerleşir. Oradan emekli olduktan sonra da İngiltere’ye yerleşir ve orada 1988 yılında hayata gözlerini yumar.
Kısaca özetlemek gerekirse:
Berkes’e göre herşey İsmet İnönü’nün Atatürk’ten sonra Cumhurbaşkanı olması ile başlıyor. Bu aslında Atatürk döneminin de bitişi demek. Zira İnönü döneminde, günümüzün meşhur tabiriyle, Türkiye’nin dış politikasında bir eksen kayması yaşanıyor. İnönü ile, Atatürk’ün bağımsız dış politika izleme siyasası bırakılıyor ve halen daha yakamızı kurtaramadığımız bir süper güce yamanma/dayanma siyasasına geçiliyor. Bu geçiş basit olmuyor tabi. Türkiye’nin yüzündeki kara lekeleri silmesi ve McCarthy’den çok önce McCarthycilik yapması gerekiyor..
Berkes, İkinci Dünya Savaşının Türkiye’de uzun yıllar gizlenen bir Irkçı-Turancı hayali de canlandırdığını iddia ediyor. Aslında bunu biliyorduk. Ama Berkes daha önemli bir iddia da bulunuyor. Bu hayalin canlanmasında bizatihi İnönü’nün ve savaş yıllarında ülkeyi yöneten hükümetin payı var. Berkes özellikle Şükrü Saraçoğlu’nu suçluyor. Almanya’nın savaşı kaybedeceğinin kesinleşmesi üzerine, İnönü ve Saraçoğlu içinde tehlike çanları çalmaya başlıyor. Sonrası bu çanları susturma çabası. 1944’te Irkçılık-Turancılık suçlamasıyla bir kısım kişilerin mahkeme önüne çıkarılması ve daha sonra salıverilmeleri de göz boyamadan başka bir şey değil. Böylece İnönü ve Saraçoğlu ikilisi Nazi Almanyası ile işbirliği suçlamasından sıyrılıyorlar.
Suçluluk duygusu yetmemiş olacak ki, savaş sonrası dönemde İnönü ilk önce İngiltere sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne yamanmaya çabalıyor. Bunun içinde bir dış tehlike, Sovyetler Birliği, bir de iç tehlike, Komünizm, yaratılıyor. Böylece Batı’nın dikkati Türkiye’ye çevrilecek ve yardım muslukları açılacaktı. İşte DTCF olayları olarak bilinen tasfiye, Yunanistan’ın iç savaşına nazire yapar gibi, Türkiye’nin benim de komünizm tehlikem var demesi oluyor Berkes için.
Sovyet tehdidinin varlığı aslında Türkiye’nin dış politika analizlerinde sıklıkla rastlanan bir iddia. Bu iddiaya göre, Sovyetler Birliği savaş sonunda Türkiye’den Boğazlar rejiminin değiştirilmesini ve Doğu’da sınırların tekrar çizilmesini istemişti. Böylece Türkiye’de Batı Avrupa gibi, Sovyet tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Dolayısıyla takip eden soğuk savaş döneminde Türkiye Batı’nın yanında yer almıştı. Berkes’in kitabında Sovyet tehlikesinin abartıldığı iddia ediyor. Sovyetler Birliği’nin söz konusu taleplerinin ilk Hitler tarafından, Türkiye’yi yedekte bekletmek için, ortaya atıldığını öne sürüyor Berkes. Neticede, dışta Sovyet tehlikesini, içte komünizm tehlikesini abartarak, Türkiye kasten ABD’yi yanıltıyor ve koruması altına giriyor.
Berkes’in Unutulan Yıllar’ı Türk dış politikasındaki belki de en önemli eksen kaymasına oldukça farklı bir açı ile yaklaşıyor. Ben bu yaklaşımı varolan yaklaşımdan daha ikna edici bulduğumu belirteyim. Ayrıca Berkes’in çok daha ilginç iddiaları da var. Mesela, Türkiye’nin İsrail’i tanımasını Türkiye’nin klasik Batı’ya dönüklüğü ile değil, 1942 Varlık vergisi ayıbının üzerinin örtülme çabası olarak açıklıyor Berkes. Ters okumayla söylersek, Atatürk Türkiye’nin dış politikasını üstünkörü, ezberci bir şekilde Batı’ya endekslemedi.
Öte yandan Berkes’in bu kitaptaki yaklaşımının daha da geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira, Berkes bu çalışmada akademik bir çalışmanın uyması gereken kurallarına uymamış. Hayat hikayesini yazıyor olmanın rahatlığı ile bir dış politika analizi yapmış. Akademik kriterlere daha dikkatli riayet eden bir çalışmanın, çok ses getireceğine ve kafamızdaki kalıplaşmış inançları sarsacağına inanıyorum.
22 Şubat 2011 Salı
Asa Lundgren, Istenmeyen Komşu: Türkiye’nin Kürt Politikası, Kitap Yayınevi, 2008
İktisatçılarla alakalı yaptığım bir espiriyi hatırlıyorum. ABD’de soyut-matematiksel iktisat’la dalga geçmek için yaptığım bir espiriydi bu. İktisat bölümünün koridorlarındaki sessizliği bir çığlık böler. Birisi buldum, buldum diye bağırarak fırlar odaların birinden. Diğer odalar da peşi sıra açılır ve herkes buldum buldum diye ortada çığlık çığlığa koşan kişinin etrafında doluşur. Ne buldun? Adam anlatır. Hatırlarsanız bir teoremim vardı ama bir türlü matematiksel ispatını yapamamıştım. Eeee.... İşte o ispatı yaptım sonunda... Adam heyecanla ispatını anlatır ve herkes ispat karşısında hayranlıkla tebrik ederler adamı. O sırada oradan geçmekte olan birisi saf saf sorar adama: peki teoremin neyi açıklıyor? Herkes donar kalır. Evet, teorem neyi açıklıyor? Soru karşısında şaşıran adam bir müddet düşündükten sonra şöyle der: orasını daha düşünmedim.
Nedense Asa Lundgren’i o iktisatçıya benzettim. Önemli bir farkla ki, Lundgren gerçek hayatı çok iyi biliyor. Sorunu, gerçek hayatın teorisini yapmak: somuttan soyuta geçebilmek. Aslında bu sadece onun değil, genel olarak uluslararası ilişkiler çalışan hemen hemen her siyaset bilimcinin sorunu. Düşünmeden söyleyeyim aklıma geleni: Siyaset Biliminin bir alt dalı olan Uluslararası İlişkiler de aslında İktisat’tan çok farklı değil galiba.
Kitaba dönersek: Türkiye’nin çok şeyi çelişkilerle dolu olduğu gibi, Kuzey Irak politikası da çelişkili... Bir devlet kendi devlet yapısı konusunda kaygılı olabilir. Ama bir o kadar başkasının ki ile alakalı neden kaygılı olur ve bu kaygısını o devlete karşı dış politikasının temel duruşu haline getirir? Kuzey Irak söz konusu olan. Türkiye’nin üniter devlet yapısı ile alakalı kaygılarını sağır sultan duymuştur. Peki ama Irak’tan bize ne? Adamlar ister federal devlet der, ister üniter. Asa Lundgren kitabında çözümlemeye çalıştığı bu çelişki. Kitabın 2 bölümü bu çelişkinin ortaya konması ve Türk devletinin bu çelişki ile nasıl başetmeye çalıştığı ile alakalı. Bölümlerden 6. bölümde Amerika’nın Irak’ı işgalinden önceki dönem ele alınırken, diğeri 7. bölümde işgal sonrası dönem ele alınıyor. Ama esas konu değişmiyor. Türkiye’nin Irak’a yönelik dış politikasının bu değişmeyen duruşu...
Bu duruşu çelişkili iki önemli sebep var. Çok ilğinç olmayan birinci sebep, Türkiye’nin kendi iç işlerine karışılmasında gösterdiği hassassiyetle, dış politikada bir başka ülkenin iç işlerine bu kadar rahat karışabilmesinde yatıyor... Konu sadece Kuzey Irak’a yapılan askeri müdaheleler veya asker bulundurmak değil... Türkiye bu konuda Kuzey Irak’taki otorite boşluğunu hafifletici sebep olarak öne sürüyor. Bizzatihi devletin yapısının ne olması gerektiği konusunda gösterilen dirençe ne demeli. İkinci sebep daha da ilginç. Aslında Kuzey Irak’ta otorite boşluğunun doğmasından, bilfiil otonom bir Kürt bölgesinin çıkmasına kadar peşi sıra gelen olaylar zincirine Türkiye’nin katkısı çok büyük. Negatif bir katkı değil bu. Doğrudan böyle bir zincirlemenin gerçekleşmesi Türkiye’nin katkıları olmasaydı olmazdı denebilecek boyutlarda.. Çelişki, birşeyi istememek, ama onun olmasına herkesten daha fazla katkı da bulunmak.
Hemen belirteyim. Lundgren’in amacı bu çelişkiyi çözmek değil. O sadece bu çelişkiyi bütün netliği ile gözlerimize seriyor. Lundgren’in asıl amacı farklı. Lundgren Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını başka bir yöne bağlamanın derdinde... Yani gerçeğe teorik bir kılıf geçirmek istiyor. Bunu da Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı duruşunu Cumhuriyet elitlerinin Osmanlı bakiyesi etnik yapıdan tek bir ulus inşası (nation-building) kaygısı / projesi ile ilişkilendiriliyor. Yani olan biten, Türkiye’de Türklüğün içini doldurma çabası. Ne bitmez bir süreçmiş... 70-80 yıldır bitmeyen, bir türlü yakamızdan düşmeyen bir süreç.
Nedense Güney Koreli bir arkadaşımı hatırlattı bu bana. Amerikan üniversitelerinde artık din haline gelmiş Uluslararası İlişkiler akımlarından ve onların yobaz takipçileri elinde çok ağır bir fiyat ödemiş bir arkadaşımı. Doktora yaptığı üniversitenin Uluslararası İlişkiler ana dalı neo-realizm’e fanatiklik derecesinde karşı bir hoca takımının elinde... O ise şöyle derdi: ‘Ben Güney Koreliyim. Batı’mda 1.3 milyarlık Çin, Kuzey’imde nükleer isteyen Kuzey Kore, Doğu’mda 200 milyonluk Japonya... Ben nasıl neo-realist olmayayım.‘
Arif olan anlar.
Her ne kadar teorik bağlantı hoşuma gitmese de, bu çerçeve kullanılarak yapılan Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı politikasının söylem analizini oldukça beğendiğimi belirtmeliyim. Kitabın 5. bölümü bu söylem analizine ayrılmış. 4. Bölümde Türkiye’de Kürt kimliği sorunu, 2. bölümde devletlerin dış politika duruşlarının iç politika hesaplarını (birlik-beraberlik ve ulus inşası) ele alıyor. 3. Bölüm ise aynı konuyu Türkiye örneğinde tartışıyor.
Sorun, sebep ve sonucun karıştırılması. Bu tür Sherlock Holmes’ci analizleri çok doğru bulmuyorum açıkcası. Sonuca bakıp, o sonuca zaten birilerinin kafasındaki amaç muamelesi yapmak bence metodolojik olarak problemli ve çok basite kaçmak. Böyle yapılırsa ortaya çıkan çalışma, Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik dış politikasını İran, Suriye, İsrael ve Irak’ı hesaba katmadan analiz etmiş olur. Bu ise ne kadar kabul edilebilir, siz takdir edin.
Nedense Asa Lundgren’i o iktisatçıya benzettim. Önemli bir farkla ki, Lundgren gerçek hayatı çok iyi biliyor. Sorunu, gerçek hayatın teorisini yapmak: somuttan soyuta geçebilmek. Aslında bu sadece onun değil, genel olarak uluslararası ilişkiler çalışan hemen hemen her siyaset bilimcinin sorunu. Düşünmeden söyleyeyim aklıma geleni: Siyaset Biliminin bir alt dalı olan Uluslararası İlişkiler de aslında İktisat’tan çok farklı değil galiba.
Kitaba dönersek: Türkiye’nin çok şeyi çelişkilerle dolu olduğu gibi, Kuzey Irak politikası da çelişkili... Bir devlet kendi devlet yapısı konusunda kaygılı olabilir. Ama bir o kadar başkasının ki ile alakalı neden kaygılı olur ve bu kaygısını o devlete karşı dış politikasının temel duruşu haline getirir? Kuzey Irak söz konusu olan. Türkiye’nin üniter devlet yapısı ile alakalı kaygılarını sağır sultan duymuştur. Peki ama Irak’tan bize ne? Adamlar ister federal devlet der, ister üniter. Asa Lundgren kitabında çözümlemeye çalıştığı bu çelişki. Kitabın 2 bölümü bu çelişkinin ortaya konması ve Türk devletinin bu çelişki ile nasıl başetmeye çalıştığı ile alakalı. Bölümlerden 6. bölümde Amerika’nın Irak’ı işgalinden önceki dönem ele alınırken, diğeri 7. bölümde işgal sonrası dönem ele alınıyor. Ama esas konu değişmiyor. Türkiye’nin Irak’a yönelik dış politikasının bu değişmeyen duruşu...
Bu duruşu çelişkili iki önemli sebep var. Çok ilğinç olmayan birinci sebep, Türkiye’nin kendi iç işlerine karışılmasında gösterdiği hassassiyetle, dış politikada bir başka ülkenin iç işlerine bu kadar rahat karışabilmesinde yatıyor... Konu sadece Kuzey Irak’a yapılan askeri müdaheleler veya asker bulundurmak değil... Türkiye bu konuda Kuzey Irak’taki otorite boşluğunu hafifletici sebep olarak öne sürüyor. Bizzatihi devletin yapısının ne olması gerektiği konusunda gösterilen dirençe ne demeli. İkinci sebep daha da ilginç. Aslında Kuzey Irak’ta otorite boşluğunun doğmasından, bilfiil otonom bir Kürt bölgesinin çıkmasına kadar peşi sıra gelen olaylar zincirine Türkiye’nin katkısı çok büyük. Negatif bir katkı değil bu. Doğrudan böyle bir zincirlemenin gerçekleşmesi Türkiye’nin katkıları olmasaydı olmazdı denebilecek boyutlarda.. Çelişki, birşeyi istememek, ama onun olmasına herkesten daha fazla katkı da bulunmak.
Hemen belirteyim. Lundgren’in amacı bu çelişkiyi çözmek değil. O sadece bu çelişkiyi bütün netliği ile gözlerimize seriyor. Lundgren’in asıl amacı farklı. Lundgren Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını başka bir yöne bağlamanın derdinde... Yani gerçeğe teorik bir kılıf geçirmek istiyor. Bunu da Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı duruşunu Cumhuriyet elitlerinin Osmanlı bakiyesi etnik yapıdan tek bir ulus inşası (nation-building) kaygısı / projesi ile ilişkilendiriliyor. Yani olan biten, Türkiye’de Türklüğün içini doldurma çabası. Ne bitmez bir süreçmiş... 70-80 yıldır bitmeyen, bir türlü yakamızdan düşmeyen bir süreç.
Nedense Güney Koreli bir arkadaşımı hatırlattı bu bana. Amerikan üniversitelerinde artık din haline gelmiş Uluslararası İlişkiler akımlarından ve onların yobaz takipçileri elinde çok ağır bir fiyat ödemiş bir arkadaşımı. Doktora yaptığı üniversitenin Uluslararası İlişkiler ana dalı neo-realizm’e fanatiklik derecesinde karşı bir hoca takımının elinde... O ise şöyle derdi: ‘Ben Güney Koreliyim. Batı’mda 1.3 milyarlık Çin, Kuzey’imde nükleer isteyen Kuzey Kore, Doğu’mda 200 milyonluk Japonya... Ben nasıl neo-realist olmayayım.‘
Arif olan anlar.
Her ne kadar teorik bağlantı hoşuma gitmese de, bu çerçeve kullanılarak yapılan Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı politikasının söylem analizini oldukça beğendiğimi belirtmeliyim. Kitabın 5. bölümü bu söylem analizine ayrılmış. 4. Bölümde Türkiye’de Kürt kimliği sorunu, 2. bölümde devletlerin dış politika duruşlarının iç politika hesaplarını (birlik-beraberlik ve ulus inşası) ele alıyor. 3. Bölüm ise aynı konuyu Türkiye örneğinde tartışıyor.
Sorun, sebep ve sonucun karıştırılması. Bu tür Sherlock Holmes’ci analizleri çok doğru bulmuyorum açıkcası. Sonuca bakıp, o sonuca zaten birilerinin kafasındaki amaç muamelesi yapmak bence metodolojik olarak problemli ve çok basite kaçmak. Böyle yapılırsa ortaya çıkan çalışma, Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik dış politikasını İran, Suriye, İsrael ve Irak’ı hesaba katmadan analiz etmiş olur. Bu ise ne kadar kabul edilebilir, siz takdir edin.
17 Şubat 2011 Perşembe
Farhad Khosrokhavar ve Olivier Roy, İran: Bir Devrimin Tükenişi, Çev. İsmail Yerguz, İstanbul: Metis Yayınları, 1999
İran devrimi (daha sonra İslami sıfatı eklenecek) akademik dünyayı bir çok açıdan hazırlıksız yakaladı. Devrim yüzyılların en önemli şarkiyatçı varsayımını sorguladı: Doğu toplumlarının despot bir devlet karşısında sindirilmişliği, pısırıklığı, uyuşukluğu... Sekülerleşme yazınına en ölümcül darbe de bu devrimden geldi. Modernleşme karşısında tarihin sayfalarına karışması gereken bir toplumsal tabakanın siyasi olarak etkin olduğu ortaya çıktı.
Bu her açıdan olmaması gereken devrim üzerine yığınla çalışma yapıldı. Bu çalışmaların çoğu ve daha akademik olanları devrimin nasıl meydana geldiği sorusu ile ilgilendi. Geri kalanı ve azınlıkta olanları ise İran'da devrim sonrası hayat üzerine yoğunlaştı. Bu ikinci gruba giren çalışmalar daha çok İran'ın dini rejimini hedef alıyordu. Yüzlerce anekdotun bize aktardığı baskı altında karamsar bir İranlı tablosu idi. Hamid Dabashi gibi çizilen bu karamsar resme karşı çıkanlar da oldu. Ama genel resim İran'ın yaşanmayacak bir yer olduğu idi.
Dini öğretileri devlet gücüyle topluma uygulatmaya çalışan bir devletten ne beklenirdi ki? Buradaki hakim varsayım din adamlarının katışıksız idealist oldukları varsayımı... Aynı varsayım nispeten dindar siyasetçilerimizi de analiz ederken belirmiyor mu? AKP'nin sıradan bir parti, R.T. Erdoğan'ın sıradan, pragmatist bir siyasetçi olma ihtimali nedense bize uzak geliyor. Hem partiyi hem Erdoğan'ı çok uzun vadede de olsa bir siyasi planın taşıyıcısı veya uygulayıcısı olarak görmek başka ne ile açıklanabilir?
Olivier Roy'un Farhad Khosrokhavar'la kaleme aldığı İran: Bir Devrimin Tükenişi işte kafalardaki bu hakim varsayımı temelinden sorguluyor ve yıkıyor. Aslında Roy'un Siyasal İslam'ın İflası kitabı da benzer bir amacı güdüyordu. Belli bir toplum idealini gerçekleştirmek için yapılan devrim siyasetin sıradan koridorlarına girince idealizmini kaybediyor, gerçeklerle yüzleşerek sıradan hale geliyordu. Roy, Khosrokhavar'la birlikte aynı neticenin daha geniş bir hayat alanında da gerçekleştiğini gösteriyor bu kitabında... Bir anlamda din sekülerleşiyor.
Kitap Giriş, Sonuç ve sekiz bölümden oluşuyor. Birinci bölüm devrim sonrası geçen 20 yılı anlatıyor. Daha çok siyasi tarihin anlatıldığı bu bölüm Hatemi'nin başkanlığa gelmesinin İran siyaset sahnesi arka planında önemini vurguluyor. Kısaca Hatemi'nin başkanlığı İran'da muhafazakarlar ve reformcular olarak iki grubun varlığını ve bu ikisinin arasındaki çatışmanın derinleşmesinin göstergesi... Bu aslında bilinen birşey... Roy ve Khosrokhavar takip eden bölümlerde siyasi alanda süregiden mücadelenin entellektüel, ideolojik, hatta teolojik temellerine iniyorlar. İran siyasetinin anlaşılmasında işte bu noktada katkıları başlıyor.
İkinci bölüm benim için kitabın en ilginç bölümü... Devrimin nispeten bütün bir yapı arzeden Şii İslamı'nı nasıl alt üst ettiğini bu bölümde görüyoruz. İlk önce devrim öncesinde Şii İslamın siyaset anlayışının değişimi izleniyor. Daha sonra İran'daki dini rejimin kendisini yasallaştırması ele alınıyor. Bu yasallaştırma da din önemli bir rol oynuyor kuşkusuz. Fakat Roy ve Khosrokhavar ısrarla Humeyni'nin bile siyasi mantık ve dini mantık arasında daima siyasi mantığı öncelediğini vurguluyor. Din adamlarının devletin ve ticari ilişkilerin içine çekilmesi de İran'da dinin sekülerleşmesinin taşıyıcıları olarak karşımıza çıkıyor bu bölümde. Yine İran'ın dış siyasetinin İran'ın milli çıkarlarına indirgenmesi benzer bir etkiye sahip. Yani etnisite-üstü bir dini anlayış gittikçe millileşiyor.
Üçüncü bölümde İran'ın siyasi düzlemine akseden yarılmanın entellektüel düzlemdeki izdüşümü ele alınıyor. Kısaca, Şiilikte İslami devlet kavramı ekseni etrafında dönen entellektüel tartışmalar bu bölümde özetlenmiş. Bunun için Abdülkerim Soruş, Muhsin Kadıvar, Müçtehid-Şabestari ve bu tartışmanın parçası daha nice İranlı muhafazakar entellektüellerin görüşleri bu bölümde tartışılıyor.
Dördüncü bölümde İran toplumunun devrim sonrası geçirdiği dönüşümleri ele alıyor. Nufüs, kentleşme, ekonomi bu bölümün başlıca ana konularını oluşturuyor. Ayrıca İran'da hakim olan haliyle islami ekonomi uygulaması da bu bölümde ele alınıyor.
Nispeten uzun beşinci bölüm gençlik üzerine... Bir önceki bölümlerde olduğu gibi burada da gösterilmeye çalışılan İran'ın sekülerleştiği... Yani devrim rejimin algıladığı gibi İslam'ı anlayan homojen bir entellektüel kesim meydana getiremedi. Hayal ettiği gibi bir toplumsal dönüşümü yönlendiremedi. Aynı başarısızlık belki de en gözle görülür bir biçimde hayal edilen gençliği eğitememek şekillendirememekte ortaya çıktı. Bireyselliğini ortaya koyan, dini rejimin anladığı gibi anlamayan, yaşamayan, devrimden soğumuş, hatta, apolitize olarak karşıtlığını ortaya koyan bir gençlik ortaya çıkmış İran'da... En basit eğlencelerden mahrum, bildik İranlı gençlik tablosu bu... Benim için daha da ilginç olanı benzer eğilimlerin Hizbullah ve Besic gibi dini kurumları dolduran gençlerde de hakim olması... Her ne kadar bu tartışmada ki iddialar yeterince örneklerle gösterilmemiş olsa da, akla hiç uzak gelmeyen bir ihtimal bu... Nilüfer Göle benzer bir tabloyu İslami bir romanın tahlili üzerinden çizer. Buna göre çok idealist bir İslamcı genç bir kıza aşık olur ve değişir. Bu değişim aslında tam olarak sekülerleşmedir. Dünyayı ve onun verebileceklerini farketme...
Altıncı bölümde çok önemli bir konuya ayrılmış: İran'da ortaya çıkan feminizim... kadın sorunlarının belli başlıcalarının tartışıldığı bu bölümde de yine nispeten muhafazakar kesimlerde beliren feminist eğilimleri ele alıyor. Bu çok ilginç bir karşılaştırma konusu olabilir. Zira benzer bir eğilimin Türkiye'deki islami çevrelerde ortaya çıktığını biliyoruz. Bu bağlamda İran'daki en önemli yenilik bence, fıkhın tekrar gözden geçirilmesi. Benzer bir talep Amerika'daki Müslüman kadınlar arasında da yaygın. Bildiğim kadarıyla Türkiye'de işi fıkhı sorgulamaya kadar götüren İslamcı feminist yok.
Yedinci ve sekizinci bölümler oldukça kısa... İlkinde, bir sinema filmi ve bir roman örneğinde İran'da devrimin öldüğü iddiası gösteriliyor. Diğerinde yurtdışında yaşayan İranlılar ve İran'a göçen Afganlıların İran'daki konumları ele alınıyor.
Khosrokhavar ve Roy'un kitaplarını kaleme alırken kafalarında belli bir model olduğu kuşkusuz... Bu model İslami devlet ve toplum modeli... Kafalarındaki bu modele göre İran'ın devrim sonrası dönüşümünü tartışıyorlar. Bu modele göre İran'ın sekülerleştiğini gösteriyor. Peki o model İran'da hiç varolmuş mu? Belki birileri o modeli kurmak istedi cidden... Ama peki kurabildiler mi?
Yazarların tam olarak o İslami devlet ve toplumdan ne anladıklarını bilmiyorum. Zira kitabın herhangi bir yerinde bu tartışılmıyor. Sekülerleşme ile anladıkları dinden uzaklaşma, bireyselleşme, vs. Daha net bir tanımla gelselerdi, kitabın katkısı daha da büyük olurdu. Böylelikle laiklik nedir, sekülerleşme nedir tartışmalarının tam ortasında bulunduğumuz bir zamanda, kafamızdaki kavram karmaşasına bir son verebilirlerdi.
İran: Bir Devrimin Tükenişi devrim sonrası İran'ı merak edenler ve Türkiye üzerine düşünmek isteyenlerin mutlaka okumaları gereken bir kitap.
Bu her açıdan olmaması gereken devrim üzerine yığınla çalışma yapıldı. Bu çalışmaların çoğu ve daha akademik olanları devrimin nasıl meydana geldiği sorusu ile ilgilendi. Geri kalanı ve azınlıkta olanları ise İran'da devrim sonrası hayat üzerine yoğunlaştı. Bu ikinci gruba giren çalışmalar daha çok İran'ın dini rejimini hedef alıyordu. Yüzlerce anekdotun bize aktardığı baskı altında karamsar bir İranlı tablosu idi. Hamid Dabashi gibi çizilen bu karamsar resme karşı çıkanlar da oldu. Ama genel resim İran'ın yaşanmayacak bir yer olduğu idi.
Dini öğretileri devlet gücüyle topluma uygulatmaya çalışan bir devletten ne beklenirdi ki? Buradaki hakim varsayım din adamlarının katışıksız idealist oldukları varsayımı... Aynı varsayım nispeten dindar siyasetçilerimizi de analiz ederken belirmiyor mu? AKP'nin sıradan bir parti, R.T. Erdoğan'ın sıradan, pragmatist bir siyasetçi olma ihtimali nedense bize uzak geliyor. Hem partiyi hem Erdoğan'ı çok uzun vadede de olsa bir siyasi planın taşıyıcısı veya uygulayıcısı olarak görmek başka ne ile açıklanabilir?
Olivier Roy'un Farhad Khosrokhavar'la kaleme aldığı İran: Bir Devrimin Tükenişi işte kafalardaki bu hakim varsayımı temelinden sorguluyor ve yıkıyor. Aslında Roy'un Siyasal İslam'ın İflası kitabı da benzer bir amacı güdüyordu. Belli bir toplum idealini gerçekleştirmek için yapılan devrim siyasetin sıradan koridorlarına girince idealizmini kaybediyor, gerçeklerle yüzleşerek sıradan hale geliyordu. Roy, Khosrokhavar'la birlikte aynı neticenin daha geniş bir hayat alanında da gerçekleştiğini gösteriyor bu kitabında... Bir anlamda din sekülerleşiyor.
Kitap Giriş, Sonuç ve sekiz bölümden oluşuyor. Birinci bölüm devrim sonrası geçen 20 yılı anlatıyor. Daha çok siyasi tarihin anlatıldığı bu bölüm Hatemi'nin başkanlığa gelmesinin İran siyaset sahnesi arka planında önemini vurguluyor. Kısaca Hatemi'nin başkanlığı İran'da muhafazakarlar ve reformcular olarak iki grubun varlığını ve bu ikisinin arasındaki çatışmanın derinleşmesinin göstergesi... Bu aslında bilinen birşey... Roy ve Khosrokhavar takip eden bölümlerde siyasi alanda süregiden mücadelenin entellektüel, ideolojik, hatta teolojik temellerine iniyorlar. İran siyasetinin anlaşılmasında işte bu noktada katkıları başlıyor.
İkinci bölüm benim için kitabın en ilginç bölümü... Devrimin nispeten bütün bir yapı arzeden Şii İslamı'nı nasıl alt üst ettiğini bu bölümde görüyoruz. İlk önce devrim öncesinde Şii İslamın siyaset anlayışının değişimi izleniyor. Daha sonra İran'daki dini rejimin kendisini yasallaştırması ele alınıyor. Bu yasallaştırma da din önemli bir rol oynuyor kuşkusuz. Fakat Roy ve Khosrokhavar ısrarla Humeyni'nin bile siyasi mantık ve dini mantık arasında daima siyasi mantığı öncelediğini vurguluyor. Din adamlarının devletin ve ticari ilişkilerin içine çekilmesi de İran'da dinin sekülerleşmesinin taşıyıcıları olarak karşımıza çıkıyor bu bölümde. Yine İran'ın dış siyasetinin İran'ın milli çıkarlarına indirgenmesi benzer bir etkiye sahip. Yani etnisite-üstü bir dini anlayış gittikçe millileşiyor.
Üçüncü bölümde İran'ın siyasi düzlemine akseden yarılmanın entellektüel düzlemdeki izdüşümü ele alınıyor. Kısaca, Şiilikte İslami devlet kavramı ekseni etrafında dönen entellektüel tartışmalar bu bölümde özetlenmiş. Bunun için Abdülkerim Soruş, Muhsin Kadıvar, Müçtehid-Şabestari ve bu tartışmanın parçası daha nice İranlı muhafazakar entellektüellerin görüşleri bu bölümde tartışılıyor.
Dördüncü bölümde İran toplumunun devrim sonrası geçirdiği dönüşümleri ele alıyor. Nufüs, kentleşme, ekonomi bu bölümün başlıca ana konularını oluşturuyor. Ayrıca İran'da hakim olan haliyle islami ekonomi uygulaması da bu bölümde ele alınıyor.
Nispeten uzun beşinci bölüm gençlik üzerine... Bir önceki bölümlerde olduğu gibi burada da gösterilmeye çalışılan İran'ın sekülerleştiği... Yani devrim rejimin algıladığı gibi İslam'ı anlayan homojen bir entellektüel kesim meydana getiremedi. Hayal ettiği gibi bir toplumsal dönüşümü yönlendiremedi. Aynı başarısızlık belki de en gözle görülür bir biçimde hayal edilen gençliği eğitememek şekillendirememekte ortaya çıktı. Bireyselliğini ortaya koyan, dini rejimin anladığı gibi anlamayan, yaşamayan, devrimden soğumuş, hatta, apolitize olarak karşıtlığını ortaya koyan bir gençlik ortaya çıkmış İran'da... En basit eğlencelerden mahrum, bildik İranlı gençlik tablosu bu... Benim için daha da ilginç olanı benzer eğilimlerin Hizbullah ve Besic gibi dini kurumları dolduran gençlerde de hakim olması... Her ne kadar bu tartışmada ki iddialar yeterince örneklerle gösterilmemiş olsa da, akla hiç uzak gelmeyen bir ihtimal bu... Nilüfer Göle benzer bir tabloyu İslami bir romanın tahlili üzerinden çizer. Buna göre çok idealist bir İslamcı genç bir kıza aşık olur ve değişir. Bu değişim aslında tam olarak sekülerleşmedir. Dünyayı ve onun verebileceklerini farketme...
Altıncı bölümde çok önemli bir konuya ayrılmış: İran'da ortaya çıkan feminizim... kadın sorunlarının belli başlıcalarının tartışıldığı bu bölümde de yine nispeten muhafazakar kesimlerde beliren feminist eğilimleri ele alıyor. Bu çok ilginç bir karşılaştırma konusu olabilir. Zira benzer bir eğilimin Türkiye'deki islami çevrelerde ortaya çıktığını biliyoruz. Bu bağlamda İran'daki en önemli yenilik bence, fıkhın tekrar gözden geçirilmesi. Benzer bir talep Amerika'daki Müslüman kadınlar arasında da yaygın. Bildiğim kadarıyla Türkiye'de işi fıkhı sorgulamaya kadar götüren İslamcı feminist yok.
Yedinci ve sekizinci bölümler oldukça kısa... İlkinde, bir sinema filmi ve bir roman örneğinde İran'da devrimin öldüğü iddiası gösteriliyor. Diğerinde yurtdışında yaşayan İranlılar ve İran'a göçen Afganlıların İran'daki konumları ele alınıyor.
Khosrokhavar ve Roy'un kitaplarını kaleme alırken kafalarında belli bir model olduğu kuşkusuz... Bu model İslami devlet ve toplum modeli... Kafalarındaki bu modele göre İran'ın devrim sonrası dönüşümünü tartışıyorlar. Bu modele göre İran'ın sekülerleştiğini gösteriyor. Peki o model İran'da hiç varolmuş mu? Belki birileri o modeli kurmak istedi cidden... Ama peki kurabildiler mi?
Yazarların tam olarak o İslami devlet ve toplumdan ne anladıklarını bilmiyorum. Zira kitabın herhangi bir yerinde bu tartışılmıyor. Sekülerleşme ile anladıkları dinden uzaklaşma, bireyselleşme, vs. Daha net bir tanımla gelselerdi, kitabın katkısı daha da büyük olurdu. Böylelikle laiklik nedir, sekülerleşme nedir tartışmalarının tam ortasında bulunduğumuz bir zamanda, kafamızdaki kavram karmaşasına bir son verebilirlerdi.
İran: Bir Devrimin Tükenişi devrim sonrası İran'ı merak edenler ve Türkiye üzerine düşünmek isteyenlerin mutlaka okumaları gereken bir kitap.
Nazih Ayubi, Arap Dünyasında Din ve Siyaset, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Cep Kitapları, 1993
1970'ler dünya çapında yeniden dine dönüş olgusuna şahit oldu. Bu olgunun en çarpıcı örnekleri ise kuşkusuz Orta Doğu'da gözlemlendi. Daha fazla insanın camiye gitmesi, dini cemaatlerin güç ve kamusal görünürlüklerini artırmaları, kadınların daha kapalı ve belli bir tipte giyinmeleri, İslami içerikli yayınların artması, dini cemaatlerin desteklediği şirketlerin boy göstermeleri bu olgunun sadece bir kaç yönü...
Yeniden dine dönüş olgusunun belki de akademik dünyayı sarsan en önemli yönü siyasi amaç güden dini hareketlerin ortaya çıkışı idi. İslam dünyasında bu hareketler Siyasi İslam olarak adlandırılageldi. Aslına bakılırsa İslam dünyasında yeniden dine dönüş üzerine yapılan çalışmaların ezici oranda çoğunluğu Siyasi İslam'ı anlamaya yöneliktir.
Şaşırtıcı olan ise hemen hemen her araştırmacının Siyasi İslamcı hareketlerin mevcut Müslümanların çok küçük bir oranının desteğini çekebildiğini bilmeleri ve bunu kabul etmeleridir. Mesela, üzerinde en çok yazılan gruplardan Mısırlı Al-Takfir ve Al-Hicrah'nın toplam üye sayısı 500'ü bile bulmaz. Müslüman Kardeşler gibi daha büyük kesimlere hitap etmiş İslami hareketlerinde siyasi yönü dikkate verilmiş, sosyal-ekonomik faaliyetleri genellikle ikinci sıraya atılmıştır.
Arap Dünyasında Din ve Siyaset isimli kitabında Nazih Ayubi Siyasi İslam'ı ele alıyor. Yani kitabın başlığı konuyu tam aksettirmiyor. Yine de Ayubi Siyasi İslam üzerine yazılmış diğer bütün kitapların üstüne çıkıyor bu kitabında. İki yönden bunu yapıyor. Birincisi, oldukça geniş sayılabilecek bir coğrafyada siyasi islam'ın izlerini sürmeye çalışıyor. Mısır, Suriye, Ürdün, Sudan, Suudi Arabistan ve İran'da ortaya çıkan siyasi islamcı hareketler kitapta etraflıca tartışılıyor.
İkincisi ise, siyasi islamı tasvir amacının ötesine geçip açıklamaya da gayret ediyor. Ayubi açıklama noktasında modernist yaklaşımın ötesine geçmiyor aslında. Ayubi'ye göre siyasi islam 1970'lerde artık başarısızlığa uğradığı kesinleşen seküler ideolojilere bir tepki olarak doğmuş ve modernleşme sancılarını yaşayan kesimlerin desteği ile büyümüştür.
Kitap siyasi islam'ın da bir eleştirisi niteliğinde aslında... Bu eleştiriler aslında başlı başına bir kitap konusu olabilecek eleştirilerdi... Ayubi eleştirilerini derinliğine tartıştığı ise maalesef iddia edilemez. Ayubi'nin önemli eleştirisi, İslam'ın siyasete ilişkin emir ve yasaklarının bütün içinde çok küçük bir yekunu oluşturması. Ayubi'ye göre İslam'ın herhangi bir devlet ve yönetim tercihi yok, dolayısıyla siyasi islamcıların İslamı devlet idealleri temelsiz bir ideal.
Ayubi'nin yine derinlemesine ele almadığı diğer bir eleştirisi siyasal islamcıların İslam anlayışlarının modernliği... Gariptir ki, siyasal islamcıların İslam anlayışını etkileyenler arasında oryantalistlerin İslam anlayışı da var. Keşke bu iddia daha derinlemesine ve detayıyla gösterilebilseydi.
Üçüncü önemli eleştiri ise, siyasal islamın temel önermelerinin belirli bir tarihsel koşulun ürünü olduğu... Bu eleştiri siyasal islam'ın önemli teorisyenleri tartışılırken daha net görülebiliyor.
Ayubi kitabına İslami devlet kuram ve pratiğine tarihsel bir bakış atarak başlıyor. Aslında iddiası oldukça sıradan... İslami devlet yok. Sadece İslamı kendi yönetimlerini yasallaştırmak için kullananlar var. Ulema'nın geleneksel islami anlayışı bu kullananların hizmetinde iken şekillendiriyor. Bu bölüm siyasi islam'a yöneltilen eleştirilerin arkaplanını da oluşturuyor.
İkinci bölümde Ayubi siyasi islamın önemli bir özelliğini masaya yatırıyor. Kadının konumu, cinsiyet ve aile siyasetleri... Siyasi islam'ın kadınları baskı altında tutmalarının ve kapalı kapılar arkasında saklamalarının sebebi tatmin edilemeyen erkeklik duygularının tatmini...
Kadına baskı kurunca siyasal islamcı erkekler erkekliğini hissediyor ve kendini tatmin etmiş oluyor. Bölümün daha ilginç tartışması bence Arap dünyasındaki cinsellik problemi... Evlenme yaşının gittikçe ilerlemesi ile ortaya çıkan problemlerle siyasi islam ilişkilendiriliyor.
Üçüncü bölümde Ayubi İslamcıları ilgilendiren farklı tartışmaları ele alıyor. İslam ve laikleşme ilişkisi, İslamcılarda tutuculuk olgusu ve yeniliğe açık olma sorunu, islam'ın siyaset içindeki rolleri bu bölümde tartışılıyor.
Dördüncü ve beşinci bölümde Mısır, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Sudan, ve Tunus'ta siyasi islam'ın temsilcileri tartışılıyor. Bu ülkeler örneğinden yola çıkılarak siyasi islam'ın ortaya çıkma sebepleri de Ayubi'nin ilgi alanına giriyor.
Altıncı bölüm, siyasi islam'ın entellektüel kaynaklarını tartışıyor. Hariciler, Ibn Teymiyye, Mevdudi, Hasan El Benna, Seyyid Kutup ve Humeyni'nın siyasi islamcı düşünceyi nasıl etkiledikleri hayat hikayeleri eşliğinde bu bölümde inceleniyor. Konuya yabancı olanlar için bu bölüm ideal bir giriş yazısı niteliğinde.
Yedinci bölümde siyasi islamcı hareketlere katılanların sosyo-ekonomik temelleri siyasi islamın ortaya çıkışının sebepleri bağlamında ele alınıyor. Sekizinci bölüm İslami bankalar, şirketler ve toplumsal hizmetlerin tartışılmasına ayrılmış. İslami banka ve şirketlerin işleyişi ve dini hareketlerin sunduğu toplumsal hizmetler bu bölümde detaylandırılıyor. Aslında bu tartışma da bir önceki bölümü destekler nitelikte... Dokuzuncu bölüm ise siyasi islam'a muhafazakar çevrelerden yöneltilen eleştirileri tartışıyor. Son bölüm ise genel bir değerlendirme niteliğinde.
Kitabın aslı ingilizce. Çevirisi oldukça akıcı... Rahatsız edici cümle düşüklüklerine rastlamadım. Oldukça başarılı bir çeviri olmuş. Kelime seçiminde de, bir iki rahatsız edici örnek dışında, dikkatli davranılmış. Kitap sonunda bazı teknik arapça terimler için sözlük hazırlanması güzel bir düşünce. Kitabın en önemli eksikliği ise isim ve terimler için dizin hazırlanmamış olması.
Kitabın konusu siyasal islam... Ayubi bu kadar büyük bir konuyu olabildiğince geniş bir açıdan kavramaya çalışmış. Konuya ilgi duyanlar için Arap Dünyasında Din ve Siyaset güzel bir başlangıç kitabı...
Yeniden dine dönüş olgusunun belki de akademik dünyayı sarsan en önemli yönü siyasi amaç güden dini hareketlerin ortaya çıkışı idi. İslam dünyasında bu hareketler Siyasi İslam olarak adlandırılageldi. Aslına bakılırsa İslam dünyasında yeniden dine dönüş üzerine yapılan çalışmaların ezici oranda çoğunluğu Siyasi İslam'ı anlamaya yöneliktir.
Şaşırtıcı olan ise hemen hemen her araştırmacının Siyasi İslamcı hareketlerin mevcut Müslümanların çok küçük bir oranının desteğini çekebildiğini bilmeleri ve bunu kabul etmeleridir. Mesela, üzerinde en çok yazılan gruplardan Mısırlı Al-Takfir ve Al-Hicrah'nın toplam üye sayısı 500'ü bile bulmaz. Müslüman Kardeşler gibi daha büyük kesimlere hitap etmiş İslami hareketlerinde siyasi yönü dikkate verilmiş, sosyal-ekonomik faaliyetleri genellikle ikinci sıraya atılmıştır.
Arap Dünyasında Din ve Siyaset isimli kitabında Nazih Ayubi Siyasi İslam'ı ele alıyor. Yani kitabın başlığı konuyu tam aksettirmiyor. Yine de Ayubi Siyasi İslam üzerine yazılmış diğer bütün kitapların üstüne çıkıyor bu kitabında. İki yönden bunu yapıyor. Birincisi, oldukça geniş sayılabilecek bir coğrafyada siyasi islam'ın izlerini sürmeye çalışıyor. Mısır, Suriye, Ürdün, Sudan, Suudi Arabistan ve İran'da ortaya çıkan siyasi islamcı hareketler kitapta etraflıca tartışılıyor.
İkincisi ise, siyasi islamı tasvir amacının ötesine geçip açıklamaya da gayret ediyor. Ayubi açıklama noktasında modernist yaklaşımın ötesine geçmiyor aslında. Ayubi'ye göre siyasi islam 1970'lerde artık başarısızlığa uğradığı kesinleşen seküler ideolojilere bir tepki olarak doğmuş ve modernleşme sancılarını yaşayan kesimlerin desteği ile büyümüştür.
Kitap siyasi islam'ın da bir eleştirisi niteliğinde aslında... Bu eleştiriler aslında başlı başına bir kitap konusu olabilecek eleştirilerdi... Ayubi eleştirilerini derinliğine tartıştığı ise maalesef iddia edilemez. Ayubi'nin önemli eleştirisi, İslam'ın siyasete ilişkin emir ve yasaklarının bütün içinde çok küçük bir yekunu oluşturması. Ayubi'ye göre İslam'ın herhangi bir devlet ve yönetim tercihi yok, dolayısıyla siyasi islamcıların İslamı devlet idealleri temelsiz bir ideal.
Ayubi'nin yine derinlemesine ele almadığı diğer bir eleştirisi siyasal islamcıların İslam anlayışlarının modernliği... Gariptir ki, siyasal islamcıların İslam anlayışını etkileyenler arasında oryantalistlerin İslam anlayışı da var. Keşke bu iddia daha derinlemesine ve detayıyla gösterilebilseydi.
Üçüncü önemli eleştiri ise, siyasal islamın temel önermelerinin belirli bir tarihsel koşulun ürünü olduğu... Bu eleştiri siyasal islam'ın önemli teorisyenleri tartışılırken daha net görülebiliyor.
Ayubi kitabına İslami devlet kuram ve pratiğine tarihsel bir bakış atarak başlıyor. Aslında iddiası oldukça sıradan... İslami devlet yok. Sadece İslamı kendi yönetimlerini yasallaştırmak için kullananlar var. Ulema'nın geleneksel islami anlayışı bu kullananların hizmetinde iken şekillendiriyor. Bu bölüm siyasi islam'a yöneltilen eleştirilerin arkaplanını da oluşturuyor.
İkinci bölümde Ayubi siyasi islamın önemli bir özelliğini masaya yatırıyor. Kadının konumu, cinsiyet ve aile siyasetleri... Siyasi islam'ın kadınları baskı altında tutmalarının ve kapalı kapılar arkasında saklamalarının sebebi tatmin edilemeyen erkeklik duygularının tatmini...
Kadına baskı kurunca siyasal islamcı erkekler erkekliğini hissediyor ve kendini tatmin etmiş oluyor. Bölümün daha ilginç tartışması bence Arap dünyasındaki cinsellik problemi... Evlenme yaşının gittikçe ilerlemesi ile ortaya çıkan problemlerle siyasi islam ilişkilendiriliyor.
Üçüncü bölümde Ayubi İslamcıları ilgilendiren farklı tartışmaları ele alıyor. İslam ve laikleşme ilişkisi, İslamcılarda tutuculuk olgusu ve yeniliğe açık olma sorunu, islam'ın siyaset içindeki rolleri bu bölümde tartışılıyor.
Dördüncü ve beşinci bölümde Mısır, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Sudan, ve Tunus'ta siyasi islam'ın temsilcileri tartışılıyor. Bu ülkeler örneğinden yola çıkılarak siyasi islam'ın ortaya çıkma sebepleri de Ayubi'nin ilgi alanına giriyor.
Altıncı bölüm, siyasi islam'ın entellektüel kaynaklarını tartışıyor. Hariciler, Ibn Teymiyye, Mevdudi, Hasan El Benna, Seyyid Kutup ve Humeyni'nın siyasi islamcı düşünceyi nasıl etkiledikleri hayat hikayeleri eşliğinde bu bölümde inceleniyor. Konuya yabancı olanlar için bu bölüm ideal bir giriş yazısı niteliğinde.
Yedinci bölümde siyasi islamcı hareketlere katılanların sosyo-ekonomik temelleri siyasi islamın ortaya çıkışının sebepleri bağlamında ele alınıyor. Sekizinci bölüm İslami bankalar, şirketler ve toplumsal hizmetlerin tartışılmasına ayrılmış. İslami banka ve şirketlerin işleyişi ve dini hareketlerin sunduğu toplumsal hizmetler bu bölümde detaylandırılıyor. Aslında bu tartışma da bir önceki bölümü destekler nitelikte... Dokuzuncu bölüm ise siyasi islam'a muhafazakar çevrelerden yöneltilen eleştirileri tartışıyor. Son bölüm ise genel bir değerlendirme niteliğinde.
Kitabın aslı ingilizce. Çevirisi oldukça akıcı... Rahatsız edici cümle düşüklüklerine rastlamadım. Oldukça başarılı bir çeviri olmuş. Kelime seçiminde de, bir iki rahatsız edici örnek dışında, dikkatli davranılmış. Kitap sonunda bazı teknik arapça terimler için sözlük hazırlanması güzel bir düşünce. Kitabın en önemli eksikliği ise isim ve terimler için dizin hazırlanmamış olması.
Kitabın konusu siyasal islam... Ayubi bu kadar büyük bir konuyu olabildiğince geniş bir açıdan kavramaya çalışmış. Konuya ilgi duyanlar için Arap Dünyasında Din ve Siyaset güzel bir başlangıç kitabı...
Nilüfer Göle, İslamın Yeni Kamusal Yüzleri, İstanbul: Metis, 2000
Türkiye'de son 40 yıla damgasını vuran değişim kuşkusuz İslami cemaatlerin güçlenmesi ve İslami hayat tarzının gittikçe kamusal alanda boy göstermesi... Bu aslında sadece Türkiye'ye özgü bir değişim değil... Hemen hemen dünyanın bütün bölgelerinde, Avrupa dahil, etkisini hissettirmiş bir değişim.
Bu yeniden dine dönüş 19. yüzyıldan beri entellektüeller ve akademisyenler arasında hakim bir inanışı da derinden sarstı. Din hiç öyle beklenildiği gibi modernleşme ile tarihe karışmıyordu. Hem Türkiye'de hem de dünya da ilk akademik tepki bunun geçici bir canlanma olduğu idi. Dine yeniden dönüş modernleşme sancılarına bir tepkiydi o kadar...
Bu açıklama dini canlanmanın aktörlerinin büyük kısmının şehirli ve oldukça eğitimli olmalarının ortaya çıkması karşısında ikna ediciliğini yitirdi aslında... Fakat akademik inanç güçlüydü: modernleşmenin tek bir şekli vardı ve bu şekilde de dinin modern hayatta yeri yoktu.
Akademik dünyada aykırı sesler de çıktı. Nilüfer Göle işte bu aykırı seslerden biri... Dini yeniden canlanma gerçeğine yeni bir bakış attı Nilüfer Göle... Bu bakışını en açık, ve oldukça güçlü bir iddia ile, Modern Mahrem'inde ortaya koydu. Nilüfer Göle şu ihtimali seslendirdi...
Belki de dine yeniden dönüş modernliğin bir parçasıdır. Daha önce laik modernleştirici elitler tarafından kamusal alandan atılan kesimlerin kamusal alana girmelerinin bir yoludur. Diğer bir deyişle Nilüfer Göle islami yaşam tarzında modern unsurlar gördü ve bu unsurları islami yaşamın kadın taşıyıcılarında örneklendirdi daha çok. Tüketim kalıplarına, kamusal alana çıkma arzularına, gelecek kaygılarına, ve arzuladıkları yaşam tarzlarına dikkatlerimizi çekti.
Bu yeni bakışıyla Nilüfer Göle modernleşmenin en önemli varsayımlarından birini de sarstı. Belki de modernleşmenin bir tek şekli yoktu. Belki de alternatif modernlikler söz konusuydu.
İslamın Yeni Kamusal Yüzleri Modern Mahrem'in bir devamı olarak okunabilir. Bir atölye çalışması. Nilüfer Göle'nin giriş yazısı ve daha önce yayınlanmış bir makalesi ile Nilüfer Göle'nin Boğaziçi Üniversitesi'ndeki öğrencilerinin makalelerinden oluşuyor.
Derleme bir kitap olmasına rağmen konu ve yaklaşım bütünlüğünü daha önce görmediğim bir oranda koruyabilmiş. Bu anlaşılabilir aslında. Nilüfer Göle'nin öğrencileri hocalarının yaklaşımı ile Türkiye'de islami yaşamın farklı yüzlerine bakıyorlar. Diğer bir deyişle her birisi küçük birer Nilüfer Göle. Diğer bir deyişle, Nilüfer Göle'nin Modern Mahrem'deki yaklaşımını daha farklı örneklerle zenginleştiriyor bu çalışma. O açıdan bence önemli bir kazanım.
Göle'nin Giriş yazısı kitabın güzel bir özeti. Daha önce yayınlanmış makalesi ise, Göle'nin Modern Mahrem'deki yaklaşımını ortaya koyuyor ve oradaki bulguları özetliyor. Bu makale daha sonraki bölümlerde öğrencilerin temel yaklaşımını anlayabilmek için de önemli. Modern Mahrem'i okuyanlar içinse güzel bir hatırlatma.
Takip eden 8 bölümde Türkiye'de İslami hayatın farklı yüzleri ele alınıyor. Kenan Çayır Gökkuşağı Kadın Platformu üzerinden İslami hayatın kadın taşıyıcılarının sivil toplum örgütü içerisinden resimlerini çekiyor.
Defne Suman Fadime Şahin olayından yola çıkarak çok önemli bir konuyu imam nikahını gündeme getiriyor yazısında. Fadime Şahin'in Türk toplumu için oldukça mahrem sayılabilecek bir konuda televizyonlara çıkıp alanen konuşabilmesini Müslüman kadın öznesinin çıkışı olarak yorumluyor Suman.
Umut Sazak'ta islami çevrelerdeki önemli bir çelişkiye parmak basıyor: İslami radyolar ve kadın spikerleri. Kadın sesinin mahremiyetinin delinmesinin çağrışımlarını tartışıyor Sazak. Bu çelişki bizlere yeniden İslama dönüşün taşıyıcılarının yepyeni bir İslami anlayışın da taşıyıcıları olduğunu gösteriyor.
Buket Tüzmen liseli gençliğin Atatürk rozeti ve türban algısı üzerinden liberal bireyin gelişimini izliyor. Uğur Kömeçoğlu Fethullah Gülen hareketinin farklı farklı bireyleri belli bir cemaat kimliği potasında erittiğini ve bu bireyleri eğitim, ticaret ve medya alanlarına kaydırarak kamusal alana İslami bir mahiyet aktarmasını ele alıyor. Yazıda ayrıca Gülen Hareketinin oldukça başarılı bulduğum bir analiz de yapılmış. Fakat hareketin Nurculukla fikirsel ilişkisi, Gülen'in kimlik analizi ve İslam anlayışının ortaya konması kitabın ana ekseninin dışına çıkılarak yapılmış. Keşke Kömeçoğlu'nun Gülen analizinin daha da derinleştirilip bir kitap haline getirilse...
Esra Özcan Yaşar Nuri Öztürk'ü ele alıyor yazısında... Yaşar Nuri Öztürk'ün Türkiye'ye özgü bir yüz değil kuşkusuz. Orta Doğu'da da seküler rejimlere bu kadar kayıtsız şartsız ideolojik dini destek veren din adamları var. Özcan Öztürk üzerinden işte bu din adamları grubunu analiz edebilirdi. Ancak kitabın eksenine bağlı kalma gayretiyle çok zorlama bir çalışma olmuş. Yazarın kaygısı, Öztürk örneğinde öznenin ortaya çıkışını izleyebilirmiyiz?
Mücahit Bilici çok önemli bir konuyu, Caprice Otel örneğinden yola çıkarak İslami tüketim olgusunu inceliyor yazısında. Bilici'ye göre Caprice Otel muhafazakar kesimlerde üst sınıfın billurlaşmasına hizmet ediyor ve alternatif bir kamusal alan yaratıyor. İslam ve kapitalizm ilişkisine dair daha derinlemesine bir incelemeyi mümkün kılan bu konu halen daha tüketilmemiş bir konudur. Bilici'nin doktora çalışmasında bu konuya devam etmediğini sanıyorum. Devam etseydi modernleşme, kapitalizm ve din anlayışımıza önemli bir katkısı olacaktı mutlaka.
Son yazı Oğuz Erdur'a ait. Erdur muhafazakar kesimlerin çevrecilik anlayışını irdeliyor yazısında. Erdur'a göre çevrecilik üzerine yapılan muhafazkar yorumlar Batı'nın eleştirisinin ötesine geçemiyor.
İslamın Yeni Kamusal Yüzleri Nilüfer Göle'nin yeniden dine dönüş olgusuna bakış açısını daha da örneklendirmesi açısından önemli bir kitap. Kitabın en önemli eksikliği de burada ortaya çıkıyor. Hemen hemen her yazı aynı iddiayı örneklendiriyor. Bu yüzden her yazı aynı kuramsal iddiayı farklı ifadelerle de olsa tekrar ediyor. Bir iki yazıdan sonra kuramsal tartışmalar bu yüzden sıkıcı olabiliyor. Kitabın iki önemli eksiği var. Birincisi, kitapta gönderme yapılan kaynakların tamamını içeren bir kaynakça bölümünün olmaması. İkincisi, kitapta geçen özel isim ve teknik terimler için dizinin hazırlanmamış olması.
Yine de İslamın Yeni Kamusal Yüzleri Türkiye'de yeniden İslam'a dönüş olgusunu çalışacak sosyolog ve siyaset bilimcilerin mutlaka elinin altında bulundurması gereken bir kitap... Yaklaşımı ve örnekleriyle de şimdiye kadar aşılabildiğini söylemek çok zor...
Bu yeniden dine dönüş 19. yüzyıldan beri entellektüeller ve akademisyenler arasında hakim bir inanışı da derinden sarstı. Din hiç öyle beklenildiği gibi modernleşme ile tarihe karışmıyordu. Hem Türkiye'de hem de dünya da ilk akademik tepki bunun geçici bir canlanma olduğu idi. Dine yeniden dönüş modernleşme sancılarına bir tepkiydi o kadar...
Bu açıklama dini canlanmanın aktörlerinin büyük kısmının şehirli ve oldukça eğitimli olmalarının ortaya çıkması karşısında ikna ediciliğini yitirdi aslında... Fakat akademik inanç güçlüydü: modernleşmenin tek bir şekli vardı ve bu şekilde de dinin modern hayatta yeri yoktu.
Akademik dünyada aykırı sesler de çıktı. Nilüfer Göle işte bu aykırı seslerden biri... Dini yeniden canlanma gerçeğine yeni bir bakış attı Nilüfer Göle... Bu bakışını en açık, ve oldukça güçlü bir iddia ile, Modern Mahrem'inde ortaya koydu. Nilüfer Göle şu ihtimali seslendirdi...
Belki de dine yeniden dönüş modernliğin bir parçasıdır. Daha önce laik modernleştirici elitler tarafından kamusal alandan atılan kesimlerin kamusal alana girmelerinin bir yoludur. Diğer bir deyişle Nilüfer Göle islami yaşam tarzında modern unsurlar gördü ve bu unsurları islami yaşamın kadın taşıyıcılarında örneklendirdi daha çok. Tüketim kalıplarına, kamusal alana çıkma arzularına, gelecek kaygılarına, ve arzuladıkları yaşam tarzlarına dikkatlerimizi çekti.
Bu yeni bakışıyla Nilüfer Göle modernleşmenin en önemli varsayımlarından birini de sarstı. Belki de modernleşmenin bir tek şekli yoktu. Belki de alternatif modernlikler söz konusuydu.
İslamın Yeni Kamusal Yüzleri Modern Mahrem'in bir devamı olarak okunabilir. Bir atölye çalışması. Nilüfer Göle'nin giriş yazısı ve daha önce yayınlanmış bir makalesi ile Nilüfer Göle'nin Boğaziçi Üniversitesi'ndeki öğrencilerinin makalelerinden oluşuyor.
Derleme bir kitap olmasına rağmen konu ve yaklaşım bütünlüğünü daha önce görmediğim bir oranda koruyabilmiş. Bu anlaşılabilir aslında. Nilüfer Göle'nin öğrencileri hocalarının yaklaşımı ile Türkiye'de islami yaşamın farklı yüzlerine bakıyorlar. Diğer bir deyişle her birisi küçük birer Nilüfer Göle. Diğer bir deyişle, Nilüfer Göle'nin Modern Mahrem'deki yaklaşımını daha farklı örneklerle zenginleştiriyor bu çalışma. O açıdan bence önemli bir kazanım.
Göle'nin Giriş yazısı kitabın güzel bir özeti. Daha önce yayınlanmış makalesi ise, Göle'nin Modern Mahrem'deki yaklaşımını ortaya koyuyor ve oradaki bulguları özetliyor. Bu makale daha sonraki bölümlerde öğrencilerin temel yaklaşımını anlayabilmek için de önemli. Modern Mahrem'i okuyanlar içinse güzel bir hatırlatma.
Takip eden 8 bölümde Türkiye'de İslami hayatın farklı yüzleri ele alınıyor. Kenan Çayır Gökkuşağı Kadın Platformu üzerinden İslami hayatın kadın taşıyıcılarının sivil toplum örgütü içerisinden resimlerini çekiyor.
Defne Suman Fadime Şahin olayından yola çıkarak çok önemli bir konuyu imam nikahını gündeme getiriyor yazısında. Fadime Şahin'in Türk toplumu için oldukça mahrem sayılabilecek bir konuda televizyonlara çıkıp alanen konuşabilmesini Müslüman kadın öznesinin çıkışı olarak yorumluyor Suman.
Umut Sazak'ta islami çevrelerdeki önemli bir çelişkiye parmak basıyor: İslami radyolar ve kadın spikerleri. Kadın sesinin mahremiyetinin delinmesinin çağrışımlarını tartışıyor Sazak. Bu çelişki bizlere yeniden İslama dönüşün taşıyıcılarının yepyeni bir İslami anlayışın da taşıyıcıları olduğunu gösteriyor.
Buket Tüzmen liseli gençliğin Atatürk rozeti ve türban algısı üzerinden liberal bireyin gelişimini izliyor. Uğur Kömeçoğlu Fethullah Gülen hareketinin farklı farklı bireyleri belli bir cemaat kimliği potasında erittiğini ve bu bireyleri eğitim, ticaret ve medya alanlarına kaydırarak kamusal alana İslami bir mahiyet aktarmasını ele alıyor. Yazıda ayrıca Gülen Hareketinin oldukça başarılı bulduğum bir analiz de yapılmış. Fakat hareketin Nurculukla fikirsel ilişkisi, Gülen'in kimlik analizi ve İslam anlayışının ortaya konması kitabın ana ekseninin dışına çıkılarak yapılmış. Keşke Kömeçoğlu'nun Gülen analizinin daha da derinleştirilip bir kitap haline getirilse...
Esra Özcan Yaşar Nuri Öztürk'ü ele alıyor yazısında... Yaşar Nuri Öztürk'ün Türkiye'ye özgü bir yüz değil kuşkusuz. Orta Doğu'da da seküler rejimlere bu kadar kayıtsız şartsız ideolojik dini destek veren din adamları var. Özcan Öztürk üzerinden işte bu din adamları grubunu analiz edebilirdi. Ancak kitabın eksenine bağlı kalma gayretiyle çok zorlama bir çalışma olmuş. Yazarın kaygısı, Öztürk örneğinde öznenin ortaya çıkışını izleyebilirmiyiz?
Mücahit Bilici çok önemli bir konuyu, Caprice Otel örneğinden yola çıkarak İslami tüketim olgusunu inceliyor yazısında. Bilici'ye göre Caprice Otel muhafazakar kesimlerde üst sınıfın billurlaşmasına hizmet ediyor ve alternatif bir kamusal alan yaratıyor. İslam ve kapitalizm ilişkisine dair daha derinlemesine bir incelemeyi mümkün kılan bu konu halen daha tüketilmemiş bir konudur. Bilici'nin doktora çalışmasında bu konuya devam etmediğini sanıyorum. Devam etseydi modernleşme, kapitalizm ve din anlayışımıza önemli bir katkısı olacaktı mutlaka.
Son yazı Oğuz Erdur'a ait. Erdur muhafazakar kesimlerin çevrecilik anlayışını irdeliyor yazısında. Erdur'a göre çevrecilik üzerine yapılan muhafazkar yorumlar Batı'nın eleştirisinin ötesine geçemiyor.
İslamın Yeni Kamusal Yüzleri Nilüfer Göle'nin yeniden dine dönüş olgusuna bakış açısını daha da örneklendirmesi açısından önemli bir kitap. Kitabın en önemli eksikliği de burada ortaya çıkıyor. Hemen hemen her yazı aynı iddiayı örneklendiriyor. Bu yüzden her yazı aynı kuramsal iddiayı farklı ifadelerle de olsa tekrar ediyor. Bir iki yazıdan sonra kuramsal tartışmalar bu yüzden sıkıcı olabiliyor. Kitabın iki önemli eksiği var. Birincisi, kitapta gönderme yapılan kaynakların tamamını içeren bir kaynakça bölümünün olmaması. İkincisi, kitapta geçen özel isim ve teknik terimler için dizinin hazırlanmamış olması.
Yine de İslamın Yeni Kamusal Yüzleri Türkiye'de yeniden İslam'a dönüş olgusunu çalışacak sosyolog ve siyaset bilimcilerin mutlaka elinin altında bulundurması gereken bir kitap... Yaklaşımı ve örnekleriyle de şimdiye kadar aşılabildiğini söylemek çok zor...
Mehmet Ali Birand, Emret Komutanım, Milliyet Yayınları, 1986
Osmanlı çağdaşlaşmasının temel dinamiğini askeri alanda yapılan değişimler oluşturmuştur. Anadolu'da meskun Türk nüfusunun % 90'ı okuryazar bile değildi ama, ordularımız İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi zamanın süper güçlerinin bile belini kıran 4 yıllık Birinci Dünya Savaşı'nı sonuna kadar sürdürebilmişti.
Günümüzde dahi siyasilerin almış olduğu en kritik kararlarda gözlerin hemen askeri kanada çevrilmesi, 'acaba asker ne düşünür?' sesli düşünmelerinin halen daha sıklıkla yapılıyor olması, siyasetin ters gidişatını tekrar rayına sokacak gücün askeriye olarak görülmesi, genç subayların rahatsız olup olmamasının ülke içi dengelerde bir etken olması… Kısaca İsrail'le ilişkilerden tutun, üniversitelere türbanla girilip girilememesine kadar iç ve dış siyasete ilişkin oldukça farklı konularda halen daha Türk Silahlı Kuvvetlerinin en önemli unsur olması bu 100 yıla yayılan bu değişimlerin doğal neticesidir.
Aynı dönem sadece Türk ordusunu Türkiye'de en önemli siyasi kurum haline getirmekle kalmadı. Aynı zamanda genlerine işletecek kadar da halkını da askeri bir ruh ile yoğurdu. Abartısız bir ifadeyle, son iki yüzyıl Türk iç ve dış siyaseti Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu merkezi rolü hesaba katılmadan anlaşılamaz.
Mehmet Ali Birand 'Emret Komutanım'da Türk siyasetinin bu çok önemli oyuncusunun insani tarafına bakıyor. Türk Silahlı Kuvvetlerinin 'subaylar' kadrosuna… Kitabı bitirdikten sonra bu konuda ne kadar az bildiğimi görerek şaşırdım. Birand'a göre bu aslında bütün bir Türk toplumunun eksikliğiydi.
"Dünyanın başka hiçbir uygar ülkesinde, bu kadar içiçe yaşanan, ancak az tanınan bir başka ordu yoktur. Günlük hayatımızı ve güvenliğimizi böylesine yakından etkileen bu insanların hangi kökenden geldikleri, nasıl yetiştikleri, hangi fikirlerle büyüdükleri, ne yiyip, ne içtikleri, nelere önem verdikleri, özetle 'Subayların Dünyası' çok az bilinir.'
Gerçekten de öyle. En azından Birand'ın bu ifadesinin beni dosdoğru tasvir ettiğini söyleyebilirim. Ve bunu bu kitabı okumadan göremiyorsunuz.
Birand subay kadrosunu tanıtmaya bu işin ilk basamağından başlıyor: yani, askeri liselerden. Subaylarımızın Türk Silahlı Kuvvetlerine giriş yaşı 14. Bir nevi Osmanlı'daki devşirme usulü. Takip eden yıllarda subay adayımız her yıl ailesini sadece 45 gün görebiliyor. Yani yılın geri kalan 320 gününde TSK'nın kendine biçtiği çelikten gömlek içinde… Disiplinli, çalışkan ve düzenli…
Birand askeri lise öğrencilerinin sosyo-ekonomik kökenlerinden, askerlik mesleğini seçme sebeplerine, ailelerin tutumundan, askeri liselerde yaşanan hayata ve eğitime kadar bir çok konuyu masaya yatırıyor. Askeri lisede eğitim programı anadolu liseleri ile hemen hemen aynı… Türkiye'nin çok çok üzerinde bir lise eğitiminin askeri liselerde verildiğini söylemek mümkün…
Subay adayımızı bir sonra ki aşamada harp okulları bekliyor. Harp okulları askeri liselerin devamı… Liseden sonra üniversiteye devam ediyor gibi.. Kitabın yazıldığı tarihte Harp Okullarına sivil okullardan da giriş mümkünmüş. Fakat kitabın verdiğe tarihe bakılırsa şu anda Harp Okullarının bütün öğrencileri Askeri liselerden geliyor.
Harp Okulunun askeri liselerden farkı askeri eğitimin daha da artması ve verilen eğitimin fikir boyutunda da yoğunlaşması… Askeri liselerde subay adayımızın daha çok ruhu şekilleniyor. Harp Okulunda fikir dünyası da şekilleniyor: Atatürk ilkelerini ve vatanı koruma görevi eksenli, siyasi partilerin ve politikacıların nasıl olmaları gerektiği…
Türk subayının siyasete müdahele etme dürtüsünün fikir temeli Harp Okullarında atılıyor. Bu yapılırken basit bir beyin yıkıma sürecinden geçildiği düşünülmemeli. Subay adayımıza bahsi geçen konular tarih eğitiminin bir parçası olarak veriliyor. Osmanlı'nın son yüzyılı, Kurtuluş Savaşı ve Yakın tarihimiz subay adayımıza en ince ayrıntılarına kadar öğretiliyor.
Harp Okulunu bitiren subayımız kışlaya atanarak yıllarca sürecek meslek hayatına başlıyor. Birand subayımızın kışladaki hayatını da detayıyla ele alıyor. Kışlaya ilk çıkışta yaşanan zorluklardan, Türk devletinin sunduğu imkanlara subayımızın yaşantısının görünmeyenleri gözlerimizin önüne seriliyor kitapta… Teftişlerle geçen meslek hayatı, terfi ve atama beklentileriyle sıkılan ve heyecanlanan subayımızın dünyasına konuk oluyoruz. Ordunun elitlerinin kimler olduğunu ve nasıl bulunup yetiştirildiğini de Birand'dan öğreniyoruz.
Albaylık TSK'da bazıları için son nokta… Sonrası subaylarımızın çok azına nasip olacak bir devlet… Birand kitabında generallerin renkli dünyasına, kudretli paşalarımızın hayatına pencere açıyor. Kitabı okurken o aşamaya geçen subayımızla birlikte heyecanlanırken, generallik sonrasında bekleyen emeklilikteki hayatının tasviriyle üzülüyoruz.
Kitapta Genel Kurmay Başkanlığının iç yapısı, Dış İşleri Bakanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Milli Savunma Bakanlığı ile ilişkileri de masaya yatırılıyor. Bu bölümde ordumuzun sadece toplumdan değil, devletin diğer kurumlarından da ne kadar uzak olduğu ortaya çıkıyor.
Kitapta daha fazlası da var… Assubayların dünyası, Batı'daki ordularla karşılaştırma, silahlanma ve modernizasyon siyasetimiz, ABD ve Alman askeri yardımları, Kara-Deniz ve Havacılar arasındaki farklar, yabancıların Türk ordusu hakkındaki değerlendirmeleri, Jandarma kuvvetleri ve ordunun devlet yapısındaki yerinin tarihsel değişimi…
Bundan sonrası yeni araştırmacılara düşüyor aslında. Herşeyden önce 'Emret Komutanım' 1986'da yayınlandı. Yani aradan 23 yıl geçti. Bu süreçte Türkiye çok değişti. Türk ordusunda da çok farklı boyutlarda değişim yaşanmamış olması imkansız. Genç araştırmacılar bu değişimleri ele alacak şekilde Birand'ın kitabını daha da genişletip güncelleştirebilir. Özellikle askeri modernizasyonda son 23 yılda katettiğimiz ilerleme Türkiye'de herkesi ilgilendiren bir konu.
Bu 500 küsür sayfalık eseriyle Mehmet Ali Birand Türk Silahlı Kuvvetlerinin aklınıza gelebilecek her yönüne değiniyor, TSK'yı bütün açılardan kavramaya çalışıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri ile alakalı daha detaylı ve daha kapsamlı başka bir eser olmadığı düşünülürse 'Emret Komutanım'ın önemi daha iyi anlaşılabilir. Türk siyasetini anlamaya çalışan herkesin mutlaka okuması ve el altında bulundurması gereken bir kitap 'Emret Komutanım.'
Günümüzde dahi siyasilerin almış olduğu en kritik kararlarda gözlerin hemen askeri kanada çevrilmesi, 'acaba asker ne düşünür?' sesli düşünmelerinin halen daha sıklıkla yapılıyor olması, siyasetin ters gidişatını tekrar rayına sokacak gücün askeriye olarak görülmesi, genç subayların rahatsız olup olmamasının ülke içi dengelerde bir etken olması… Kısaca İsrail'le ilişkilerden tutun, üniversitelere türbanla girilip girilememesine kadar iç ve dış siyasete ilişkin oldukça farklı konularda halen daha Türk Silahlı Kuvvetlerinin en önemli unsur olması bu 100 yıla yayılan bu değişimlerin doğal neticesidir.
Aynı dönem sadece Türk ordusunu Türkiye'de en önemli siyasi kurum haline getirmekle kalmadı. Aynı zamanda genlerine işletecek kadar da halkını da askeri bir ruh ile yoğurdu. Abartısız bir ifadeyle, son iki yüzyıl Türk iç ve dış siyaseti Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu merkezi rolü hesaba katılmadan anlaşılamaz.
Mehmet Ali Birand 'Emret Komutanım'da Türk siyasetinin bu çok önemli oyuncusunun insani tarafına bakıyor. Türk Silahlı Kuvvetlerinin 'subaylar' kadrosuna… Kitabı bitirdikten sonra bu konuda ne kadar az bildiğimi görerek şaşırdım. Birand'a göre bu aslında bütün bir Türk toplumunun eksikliğiydi.
"Dünyanın başka hiçbir uygar ülkesinde, bu kadar içiçe yaşanan, ancak az tanınan bir başka ordu yoktur. Günlük hayatımızı ve güvenliğimizi böylesine yakından etkileen bu insanların hangi kökenden geldikleri, nasıl yetiştikleri, hangi fikirlerle büyüdükleri, ne yiyip, ne içtikleri, nelere önem verdikleri, özetle 'Subayların Dünyası' çok az bilinir.'
Gerçekten de öyle. En azından Birand'ın bu ifadesinin beni dosdoğru tasvir ettiğini söyleyebilirim. Ve bunu bu kitabı okumadan göremiyorsunuz.
Birand subay kadrosunu tanıtmaya bu işin ilk basamağından başlıyor: yani, askeri liselerden. Subaylarımızın Türk Silahlı Kuvvetlerine giriş yaşı 14. Bir nevi Osmanlı'daki devşirme usulü. Takip eden yıllarda subay adayımız her yıl ailesini sadece 45 gün görebiliyor. Yani yılın geri kalan 320 gününde TSK'nın kendine biçtiği çelikten gömlek içinde… Disiplinli, çalışkan ve düzenli…
Birand askeri lise öğrencilerinin sosyo-ekonomik kökenlerinden, askerlik mesleğini seçme sebeplerine, ailelerin tutumundan, askeri liselerde yaşanan hayata ve eğitime kadar bir çok konuyu masaya yatırıyor. Askeri lisede eğitim programı anadolu liseleri ile hemen hemen aynı… Türkiye'nin çok çok üzerinde bir lise eğitiminin askeri liselerde verildiğini söylemek mümkün…
Subay adayımızı bir sonra ki aşamada harp okulları bekliyor. Harp okulları askeri liselerin devamı… Liseden sonra üniversiteye devam ediyor gibi.. Kitabın yazıldığı tarihte Harp Okullarına sivil okullardan da giriş mümkünmüş. Fakat kitabın verdiğe tarihe bakılırsa şu anda Harp Okullarının bütün öğrencileri Askeri liselerden geliyor.
Harp Okulunun askeri liselerden farkı askeri eğitimin daha da artması ve verilen eğitimin fikir boyutunda da yoğunlaşması… Askeri liselerde subay adayımızın daha çok ruhu şekilleniyor. Harp Okulunda fikir dünyası da şekilleniyor: Atatürk ilkelerini ve vatanı koruma görevi eksenli, siyasi partilerin ve politikacıların nasıl olmaları gerektiği…
Türk subayının siyasete müdahele etme dürtüsünün fikir temeli Harp Okullarında atılıyor. Bu yapılırken basit bir beyin yıkıma sürecinden geçildiği düşünülmemeli. Subay adayımıza bahsi geçen konular tarih eğitiminin bir parçası olarak veriliyor. Osmanlı'nın son yüzyılı, Kurtuluş Savaşı ve Yakın tarihimiz subay adayımıza en ince ayrıntılarına kadar öğretiliyor.
Harp Okulunu bitiren subayımız kışlaya atanarak yıllarca sürecek meslek hayatına başlıyor. Birand subayımızın kışladaki hayatını da detayıyla ele alıyor. Kışlaya ilk çıkışta yaşanan zorluklardan, Türk devletinin sunduğu imkanlara subayımızın yaşantısının görünmeyenleri gözlerimizin önüne seriliyor kitapta… Teftişlerle geçen meslek hayatı, terfi ve atama beklentileriyle sıkılan ve heyecanlanan subayımızın dünyasına konuk oluyoruz. Ordunun elitlerinin kimler olduğunu ve nasıl bulunup yetiştirildiğini de Birand'dan öğreniyoruz.
Albaylık TSK'da bazıları için son nokta… Sonrası subaylarımızın çok azına nasip olacak bir devlet… Birand kitabında generallerin renkli dünyasına, kudretli paşalarımızın hayatına pencere açıyor. Kitabı okurken o aşamaya geçen subayımızla birlikte heyecanlanırken, generallik sonrasında bekleyen emeklilikteki hayatının tasviriyle üzülüyoruz.
Kitapta Genel Kurmay Başkanlığının iç yapısı, Dış İşleri Bakanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Milli Savunma Bakanlığı ile ilişkileri de masaya yatırılıyor. Bu bölümde ordumuzun sadece toplumdan değil, devletin diğer kurumlarından da ne kadar uzak olduğu ortaya çıkıyor.
Kitapta daha fazlası da var… Assubayların dünyası, Batı'daki ordularla karşılaştırma, silahlanma ve modernizasyon siyasetimiz, ABD ve Alman askeri yardımları, Kara-Deniz ve Havacılar arasındaki farklar, yabancıların Türk ordusu hakkındaki değerlendirmeleri, Jandarma kuvvetleri ve ordunun devlet yapısındaki yerinin tarihsel değişimi…
Bundan sonrası yeni araştırmacılara düşüyor aslında. Herşeyden önce 'Emret Komutanım' 1986'da yayınlandı. Yani aradan 23 yıl geçti. Bu süreçte Türkiye çok değişti. Türk ordusunda da çok farklı boyutlarda değişim yaşanmamış olması imkansız. Genç araştırmacılar bu değişimleri ele alacak şekilde Birand'ın kitabını daha da genişletip güncelleştirebilir. Özellikle askeri modernizasyonda son 23 yılda katettiğimiz ilerleme Türkiye'de herkesi ilgilendiren bir konu.
Bu 500 küsür sayfalık eseriyle Mehmet Ali Birand Türk Silahlı Kuvvetlerinin aklınıza gelebilecek her yönüne değiniyor, TSK'yı bütün açılardan kavramaya çalışıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri ile alakalı daha detaylı ve daha kapsamlı başka bir eser olmadığı düşünülürse 'Emret Komutanım'ın önemi daha iyi anlaşılabilir. Türk siyasetini anlamaya çalışan herkesin mutlaka okuması ve el altında bulundurması gereken bir kitap 'Emret Komutanım.'
Andrew Davison, Türkiye'de Sekülarizm ve Modernlik, Çev.: Tuncay Birkan, İstanbul: İletişim, 2002
Türkiye'de sekülerleşme olgusu ne zaman başlamıştır? Bu tür büyük dönüşümler için tam bir tarih vermek her zaman çok zordur. Osmanlı'da Sultan'ın örfi kanun yapma hakkı bu olgunun bir parçası olarak algılanabilir pekala... Öyleyse Fatih'e kadar götürülebilecek bir tarihtir sekülerleşmemizin tarihi... Batı'nın üstünlüğünün kabul edildiği 3. Selim dönemi, veya modernleşme önündeki son büyük engel, yeniçerilerin kaldırıldığı, 2. Mahmut dönemi de başlangıç kabul edilebilir. Türk tarihine daha geniş bir pencereden bakıldığında Atatürk devrimlerinin sekülerleşme sürecine ivme kazandırdığı ama başlangıcın çok daha eskiye dayandığını kabul edecektir. Türk sekülerleşmesi Atatürk'le de bitmemiştir. O'ndan sonra da dönüşüme uğramıştır. Aslında halen daha dönüşüme uğramaktadır. İçinde bulunduğumuz dönemde 'laiklik' kavramı etrafında dönen tartışmalar aslında o dönüşümün en doğal göstergesi...
Diğer bir söylemle, Türk sekülerleşmesi çok uzun bir zaman dilimin kapsar, çok farklı toplumsal kesimlerin ve çok farklı meşrepten kişilerin katılımının ürünüdür. Sekülerleşmeyi din karşıtı olarak algılayan ve algılamayan milyonlarca da bu sürecin bir parçasıdır. Türk sekülerleşmesi basitçe bir iki kişiye, bir iki kanuna indirgenemez. Andrew Davison tam olarak bunu yapıyor. Türk sekülerleşmesi Ziya Gökalp'e, Mahmut Esat Bozkurt'a ve Atatürk devrimlerine indirgeniyor. İnceleme boyutları bu bahsedilenlerin dışına çıkmayan bir kitaba neden Türkiye'de Sekülerizm ve Modernlik ismi verilir? Bahsi geçen sürecin karmaşıklığı ve oldukça canlı ve zengin tartışma zemini bu kadar basite indirgenerek nasıl katledilebilir? Doğrusunu söylemek gerekirse bu kadar dar bir çerçevede dahi kitabın hangi bulgusunun yeni olduğunu çözemedim. Mesela Niyasi Berkes'in Türkiye'nin Sekülerleşmesi kitabının yanında Davison'un kitabı bulgu düzeyinde şaka gibi kalıyor.
Bu sert eleştiriler kitabın tamamen yararsız olduğunu düşündüğüm anlamına gelmesin. Tam aksi, kitabın önemli bir başarısı var. O da, Atatürk devrimlerine yönelik Türk ve yabancı araştırmacıların yaklaşımlarında hakim olan temel varsayımları ortaya çıkarması. Sosyal bilimlere 1950'lerden itibaren modernleşme yazınının hakim olduğunu biliyoruz. Bu yazının toplumsal değişimlere ilişkin oldukça tartışmalı varsayımları vardır. Niyasi Berkes'ten Şerif Mardin'e, Bernard Lewis'ten Myron Weiner'e Türkiye örneğini çalışan araştırmacıların hemen hemen hepsi bu yazının bir parçasıdır. Yüzeysel olarak Türk sekülerleşmesine bakıldığında Türk örneği modernleşme yazınının vazgeçilmez bir örneğidir. Hele Atatürk modernleşme yazınını aslında kaleme alması gereken kişiydi.
Andrew Davison işte bu yazının Türk ve yabancı temsilcilerinin Türk sekülerleşmesine yaklaşımlarında ki temel varsayımları ortaya çıkarıyor. Veya Davison'un tabiriyle önyargıları... Davison'un son derece ağdalı dilini avamlaştırarak söylersem. Söz konusu araştırmacılar Atatürk devrimlerinde ve Türk sekülerleşmesinde görmek istedikleri birşeyler vardı. Aradıklarını görmekte zor olmadı.
Bu noktada Davison'a itirazım şu: bunu görebilmek için hermenötik yaklaşıma mı ihtiyacımız var? Sorun sosyal bilimlere pozitivist yaklaşımın sorunu değil bence... Sorun o yaklaşımı tutanların metodolojik eksiklikleri... Hermenötik yaklaşım sergilemeden de bu problem zaten görülebilirdi. Bu kadar basit değil mi?
Andrew Davison'un bu kadarcık bir eleştirinin ötesine geçtiğini de belirteyim. Türk sekülerleşmesine ilişkin iki duruştan bahsediyor Davison. İlk duruşu Türk sekülerleşmesinin din ve devleti birbirinden ayırdığını iddia ediyor. İkinci duruş Türk sekülerleşmesinin devletin dini tamamen kontrol etmessi olduğunu iddia ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığı ikinci duruşu destekliyor. Durumu karmaşık hale getiren, Türk devlet adamlarının, Mahmut Esat Bozkurt bu noktada devreye giriyor, amaçlarının din ve devleti birbirinden ayırmak olduğunu iddia etmeleri. Bu nasıl bağdaştırılabilir? Davison'a göre ortada bir çelişki yok. Zira, Türk devlet adamlarının laiklik algısı dinin devlet politikalarına, eğitim ve yargıdaki etkisinin yokedilmesini içeriyor. Hiçbir şekilde din ve devlet arasıdaki kurumsal ilişkiler kastedilmiyor. Bu hermenötik yorumun ne kadar orijinal olduğunu okuyucunun yorumuna havale ediyorum.
Aslında Davison esas sorudan kaçıyor. Esas soru şu: Türk devlet adamları laikliği neden Davison'un iddia ettiği gibi anlamışlar? Çok eleştirdiği modernleşme yazınının hiç olmazsa bu soruya bir cevabı var. Atatürk'ün veya ondan önceki devlet adamlarının modern dünyanın gereksinimlerini anlamış olmaları... Doğru veya yanlış... Davison'un buna bir alternatif cevabı yok.
Kitap sonuç bölümü ile birlikte 314 sayfa... 142. sayfaya kadar kitap Türkiye'de sekülerleşme konusuna giremiyor. Bu sayfaya kadar iki konu hakim oluyor kitaba... İlki modernite, modernite hakkındaki yazın ve hakim yaklaşımın eleştirisi... İkincisi, hermenötik yaklaşımın esasları... Sadece Türk sekülerleşmesine ilgi duyanlar ilk 142 sayfayı gönül rahatlığı ile atlayabilir. Daha sonrasını anlamak için 142 sayfalık işkenceye katlanmak gereksiz. Bu iki tartışmadan sonra Ziya Gökalp'in fikirlerinin yorumlandığı uzun bir bölüm geliyor. Böyle bir kitapta Ziya Gökalp'e yer ayrılmasının sebebi oldukça dogmatik. Türk sekülerleşmesini ve onun en önemli taşıyıcılarını çok etkilemiş olması... Bu iddiada Taha Parla'nın etkisini görmemek mümkün değil... Zaten kitabın yazılmasına Taha Parla'nın bölümü de destek olmuş. Yani tek yanlı bir tarih okuması söz konusu burada... Kitabın ana konusu bir tek bölüme konu oluyor... Dördüncü bölüme...
Kitap ingilizceden çevrilmiş. Çeviriyi oldukça başarılı buldum. Türkçesi oldukça akıcı... Kelime seçiminde daha dikkatli olunabilirdi... Fakat, dikkatsizlikler istisna teşkil ediyor. Mesela, 'hegemonik ideal' nasıl bir tamlamadır? Veya 'akültürel' ne demek? –a ön eki ne zaman Türkçeleşti? Asiyasal diye bir kelime uydurabilirmiyim mesela? Kitabın gerçek ismi Türkçeye yanlış çevrilmiş. Aslı 'Secularism and Revivalism in Turkey.' Çevirmen bence daha doğru bir seçim yaparak 'revivalism' yerine 'modernite' koymuş. Zira Davison Türkiye'de dinsel uyanışa dair nasıl bir içgörü sunuyor bize en ufacık bir fikrim yok...
Kısaca, kitap her haliyle tam bir fiyasko... Hayatım boyunca sır olarak kalacak şey ise, böyle bir kitap Yale Universitesi yayınlarından nasıl yayınlandığı?
Diğer bir söylemle, Türk sekülerleşmesi çok uzun bir zaman dilimin kapsar, çok farklı toplumsal kesimlerin ve çok farklı meşrepten kişilerin katılımının ürünüdür. Sekülerleşmeyi din karşıtı olarak algılayan ve algılamayan milyonlarca da bu sürecin bir parçasıdır. Türk sekülerleşmesi basitçe bir iki kişiye, bir iki kanuna indirgenemez. Andrew Davison tam olarak bunu yapıyor. Türk sekülerleşmesi Ziya Gökalp'e, Mahmut Esat Bozkurt'a ve Atatürk devrimlerine indirgeniyor. İnceleme boyutları bu bahsedilenlerin dışına çıkmayan bir kitaba neden Türkiye'de Sekülerizm ve Modernlik ismi verilir? Bahsi geçen sürecin karmaşıklığı ve oldukça canlı ve zengin tartışma zemini bu kadar basite indirgenerek nasıl katledilebilir? Doğrusunu söylemek gerekirse bu kadar dar bir çerçevede dahi kitabın hangi bulgusunun yeni olduğunu çözemedim. Mesela Niyasi Berkes'in Türkiye'nin Sekülerleşmesi kitabının yanında Davison'un kitabı bulgu düzeyinde şaka gibi kalıyor.
Bu sert eleştiriler kitabın tamamen yararsız olduğunu düşündüğüm anlamına gelmesin. Tam aksi, kitabın önemli bir başarısı var. O da, Atatürk devrimlerine yönelik Türk ve yabancı araştırmacıların yaklaşımlarında hakim olan temel varsayımları ortaya çıkarması. Sosyal bilimlere 1950'lerden itibaren modernleşme yazınının hakim olduğunu biliyoruz. Bu yazının toplumsal değişimlere ilişkin oldukça tartışmalı varsayımları vardır. Niyasi Berkes'ten Şerif Mardin'e, Bernard Lewis'ten Myron Weiner'e Türkiye örneğini çalışan araştırmacıların hemen hemen hepsi bu yazının bir parçasıdır. Yüzeysel olarak Türk sekülerleşmesine bakıldığında Türk örneği modernleşme yazınının vazgeçilmez bir örneğidir. Hele Atatürk modernleşme yazınını aslında kaleme alması gereken kişiydi.
Andrew Davison işte bu yazının Türk ve yabancı temsilcilerinin Türk sekülerleşmesine yaklaşımlarında ki temel varsayımları ortaya çıkarıyor. Veya Davison'un tabiriyle önyargıları... Davison'un son derece ağdalı dilini avamlaştırarak söylersem. Söz konusu araştırmacılar Atatürk devrimlerinde ve Türk sekülerleşmesinde görmek istedikleri birşeyler vardı. Aradıklarını görmekte zor olmadı.
Bu noktada Davison'a itirazım şu: bunu görebilmek için hermenötik yaklaşıma mı ihtiyacımız var? Sorun sosyal bilimlere pozitivist yaklaşımın sorunu değil bence... Sorun o yaklaşımı tutanların metodolojik eksiklikleri... Hermenötik yaklaşım sergilemeden de bu problem zaten görülebilirdi. Bu kadar basit değil mi?
Andrew Davison'un bu kadarcık bir eleştirinin ötesine geçtiğini de belirteyim. Türk sekülerleşmesine ilişkin iki duruştan bahsediyor Davison. İlk duruşu Türk sekülerleşmesinin din ve devleti birbirinden ayırdığını iddia ediyor. İkinci duruş Türk sekülerleşmesinin devletin dini tamamen kontrol etmessi olduğunu iddia ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığı ikinci duruşu destekliyor. Durumu karmaşık hale getiren, Türk devlet adamlarının, Mahmut Esat Bozkurt bu noktada devreye giriyor, amaçlarının din ve devleti birbirinden ayırmak olduğunu iddia etmeleri. Bu nasıl bağdaştırılabilir? Davison'a göre ortada bir çelişki yok. Zira, Türk devlet adamlarının laiklik algısı dinin devlet politikalarına, eğitim ve yargıdaki etkisinin yokedilmesini içeriyor. Hiçbir şekilde din ve devlet arasıdaki kurumsal ilişkiler kastedilmiyor. Bu hermenötik yorumun ne kadar orijinal olduğunu okuyucunun yorumuna havale ediyorum.
Aslında Davison esas sorudan kaçıyor. Esas soru şu: Türk devlet adamları laikliği neden Davison'un iddia ettiği gibi anlamışlar? Çok eleştirdiği modernleşme yazınının hiç olmazsa bu soruya bir cevabı var. Atatürk'ün veya ondan önceki devlet adamlarının modern dünyanın gereksinimlerini anlamış olmaları... Doğru veya yanlış... Davison'un buna bir alternatif cevabı yok.
Kitap sonuç bölümü ile birlikte 314 sayfa... 142. sayfaya kadar kitap Türkiye'de sekülerleşme konusuna giremiyor. Bu sayfaya kadar iki konu hakim oluyor kitaba... İlki modernite, modernite hakkındaki yazın ve hakim yaklaşımın eleştirisi... İkincisi, hermenötik yaklaşımın esasları... Sadece Türk sekülerleşmesine ilgi duyanlar ilk 142 sayfayı gönül rahatlığı ile atlayabilir. Daha sonrasını anlamak için 142 sayfalık işkenceye katlanmak gereksiz. Bu iki tartışmadan sonra Ziya Gökalp'in fikirlerinin yorumlandığı uzun bir bölüm geliyor. Böyle bir kitapta Ziya Gökalp'e yer ayrılmasının sebebi oldukça dogmatik. Türk sekülerleşmesini ve onun en önemli taşıyıcılarını çok etkilemiş olması... Bu iddiada Taha Parla'nın etkisini görmemek mümkün değil... Zaten kitabın yazılmasına Taha Parla'nın bölümü de destek olmuş. Yani tek yanlı bir tarih okuması söz konusu burada... Kitabın ana konusu bir tek bölüme konu oluyor... Dördüncü bölüme...
Kitap ingilizceden çevrilmiş. Çeviriyi oldukça başarılı buldum. Türkçesi oldukça akıcı... Kelime seçiminde daha dikkatli olunabilirdi... Fakat, dikkatsizlikler istisna teşkil ediyor. Mesela, 'hegemonik ideal' nasıl bir tamlamadır? Veya 'akültürel' ne demek? –a ön eki ne zaman Türkçeleşti? Asiyasal diye bir kelime uydurabilirmiyim mesela? Kitabın gerçek ismi Türkçeye yanlış çevrilmiş. Aslı 'Secularism and Revivalism in Turkey.' Çevirmen bence daha doğru bir seçim yaparak 'revivalism' yerine 'modernite' koymuş. Zira Davison Türkiye'de dinsel uyanışa dair nasıl bir içgörü sunuyor bize en ufacık bir fikrim yok...
Kısaca, kitap her haliyle tam bir fiyasko... Hayatım boyunca sır olarak kalacak şey ise, böyle bir kitap Yale Universitesi yayınlarından nasıl yayınlandığı?
Uğur Mumcu, Rabıta, 24. Baskı, Ankara: Um-Ag, 2000
1970'ler hemen hemen bütün dünyada dini hareketlerin canlandığı ve insanların dine döndüğü yıllar oldu. İslam dünyası da bundan nasibini aldı. Siyasal islam'ın yükselişi bu dönemde oldu. Türkiye de dünyayı ve içinde bulunduğu bölgeyi etkisi altına alan bu canlanmadan nasibini aldı. Siyasal İslam'in Türkiye izdüşümü Milli Selamet Partisi bu dönemde iktidarın ortaklarından biri oldu ve lideri Necmettin Erbakan başbakan yardımcılığına kadar yükseldi.
Siyasal İslam'ın yükselişi 1970'lerde yaşanan büyük krizle açıklanıyor. 1970'ler Eric Hobsbawm'ın tabiriyle 'Kriz Yılları...' Immanuel Wallerstein, 1970'lerin Kapitalist Ekonominin sonunu getirecek tohumu içinde barındırdığını iddia ediyor. 1970'ler o zamana kadar İslam dünyasında hüküm süren seküler bütün ideolojilerin iflas ettiği yıllar... Dolayısıyla siyasal islam herşeyin İslami bir düzene tabi tutulmakla düzeleceği iddiası ile ortaya çıkıyor.
Siyasal İslam'ın bölgedeki siyasi iktidar ilişkileri için çok ciddi boyutlarda tehdit unsuru olduğunu 1979 İran devrimi gösterdi. Suudi Arabistan'da aynı yıl tehditi en yüreğinde hissetti. 1979'un Kasım ayında Juhayman Al Otaibi isimli bir Suudi ilahiyat öğrencisi ve 1000 küsür arkadaşı ile Ka'be'yi bastı ve içindekileri rehin aldı. Baskın iki hafta sürdü ve neticede Al Otaibi'nin hiçte istemeyeceği bir şekilde sona erdi. Fakat Suudi yönetici eliti mesajı çoktan almıştı.
1980'lere İran ve Suudi Arabistan farklı bir siyasa ile girdiler. İran devrimini yaymak, Suudi Arabistan için için kaynayan dini yapılanmasını başka bölgelere yönlendirmek, böylece evini temizlemek istiyordu.
Dini hareketlenme 1980'lerde toplumsal bağları güçlü tarikatler ve dini cemaatlerin güçlenmesi ile devam etti. Gilles Kepel'e göre bu bir strateji değişimiydi: toplum siyasal islam'da yukarıdan aşağı inen bir dönüşümle İslamlaştırılacaktı... şimdi toplum aşağıdan yukarıya çıkan bir dönüşümle İslamlaştırılıyordu.
Dolayısıyla konunun can alıcı noktası şu ilişki de düğümleniyor. İran'ın devrimini yayma sevdası ve Suudi Arabistan'ın petro-dolarlarını dünyadaki İslami hareketlere aktarması ile 1980 sonrasındaki tarikat ve dini cemaatlerin güçlenmesi arasında bir ilişki var mıydı?
Böyle önemli bir tarihsel kesişme olunca ilişkinin varlığı da doğal olarak kuruldu. Bu ilişki Türkiye'de olan bitenler için geçerli miydi? Uğur Mumcu Rabıta isimli kitabında işte tam bu can alıcı ilişkiyi ortaya çıkarmaya çalışıyor.
Kitap beş ana bölüme ayrılmış. İlk bölümde o zamanın Federal Almanya'sında İran'la ilişkili olarak faaliyet gösteren iki hoca ele alınıyor. İlk hoca tanıdık bir isim: Cemalettin Kaplan... Hani şu Almanya'da halifeliğini ilan eden Metin Kaplan'ın babası... Diğeri Ahmet Kütahyalı. Uğur Mumcu bu iki hocanın İran'a olan sempatilerini gözler önüne sermekle kalmıyor, takip ettikleri strateji ve hedeflerle İran devrimi arasındaki yakınlığa da dikkat çekiyor. Özellikle Kaplan'ın hazırladığı İslam anayasası tam bir İran anayasasının kopyası olmuş. İkinci bölümde Avrupa'da faaliyet gösteren Milli Görüş Teşkilatları mercek altına yatırılıyor. Bu teşkilatların hem İran'la hem de Suudilerle ilişki içerisinde olduklarını bu bölümde öğreniyoruz. Üçüncü bölümde Süleymancılık dosyası açılıyor. Bu bölümün aslında kitabın esas konusuyla bir alakası yok. Bölümün ana kaygısı Süleymancılık-Diyanet arasındaki kavgayı tartışmak. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kavga beni çok şaşırttı. Genelde Diyanet teşkilatı Türkiye'deki tarikat ve cemaatleri karşısına almaz. Süleymancılarla böyle bir kavgaya girişmesi kesinlikle üzerinde araştırma yapılması gereken bir konu... Ama dediğim gibi, bu konunun Türk tarikat ve dini cemaatlerin Suudi ve İran ilişkileri ile hiçbir alakası yok. Dördüncü bölüm kitaba ismini veren Suudi devletinin dini cemaatlere yardımını yönlendiren örgütü Rabıta al Alam al İslami'ye ayrılıyor. Bence Uğur Mumcu'nun en önemli gazetecelik başarısı da bu bölümde ortaya çıkıyor. Rabıta örgütü ile bağlantısı olanlar büyük bir titizlikle ortaya çıkarılıyor. Bu örgütle Türkiye de bağlantılı olması kuvvetle muhtemel kurum ve vakıflardan dört tanesi göze çarpıyor: Faisal Finans, Al Baraka, Aydınlar Ocağı, Bereket Vakfı ve İlim Yayma Cemiyeti... Bağlantıyı kuvvetle muhtemel kılan ise bu kurum ve vakıfların kurucularının Suudi Arabistan'la olan bağlantıları... Öte yandan Uğur Mumcu aynı bölümde Süleymancıların vakıflarına da aynı muameleyi yapıyor. Fakat Süleymancı vakıfların aynı grup içinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceğine emin değilim. Çünkü tamamen farklı bir kadro tarafından kurulmuş vakıflar. Mumcu'nun karmaşık anlatımında göremediğim veya kaçırdığım noktalar mı var.. Süleymancı vakıfları da Suudi yardımı almış vakıflarla peşi sıra tartışması bu vakıflarında Suudilerden yardım aldığını çağrıştırıyor. Alıp almadıklarını bilmiyorum. Belki almışlardır. Ama elindeki delillerle Uğur Mumcu'nun Süleymancıları da aynı sınıfa dahil etmesi ciddi araştırmacı gazeteci kimliğine gölge düşürmüş.
Kitap aslında bu bölümle bitiyor. Beşinci bölüm Rabıta olayının Türk basınındaki yankıları... Meraklısı için önemli bir arşivleme olmuş bu bölüm... Elimdeki Rabıta kitabı 24. Baskı... Toplam 500 küsür sayfa... Fakat bu 500 küsür sayfanın sadece 150 küsür sayfası ana kitap... Geri kalanı olayın Türk basınındaki yansımaları ve belgelere ayrılmış.
Uğur Mumcu'nun bu kitapta gölge düşürdüğü diğer bir yönü daha var: konusuna karşı takınması gereken tarafsız duruşu... Herhangi bir yazarın dünya görüşünün ve bir ideolojisinin olması kaçınılmazdır. Ama araştırma da amaç bu dünya görüşünün ve ideolojinin konuya yaklaşımını etkilememesidir. Uğur Mumcu'nun üzerine çalıştığı konu ile alakalı anlatımında oldukça alaycı ve küçümser ifadelerini çok itici buldum. Bence böylesine önemli bir kitaba hiç yakışmamış.
Uğur Mumcu'nun Türkçeye hakimiyeti oldukça etkileyici... Ağdalı ve uzun cümlelere kaçmadan meramını kısa ve öz Türkçe ifadelerle anlatabilmesi şahsen benimde sahip olmak istediğim ve çabaladığım bir özellik...
Uğur Mumcu Rabıta ile çok önemli bir konuyu aralıyor. Bu aralıktan girilip devamının getirilmesi ve üzerinde daha çok çalışılması gereken bir konu bu... Türk tarikat ve dini cemaatlerin İran ve Suudi Arabistan bağlantıları daha fazla çalışmayı hakeden bir konu.. Rabıta'nın ilk baskısı 1987'de.. yani aradan 21 yıl geçmiş... Halen daha bu çok önemli araştırma konusunun üzerine gidilmemiş olması tek kelime ile üzücü...
Kişisel duygularımı bu tahlile karıştırırsam... Suudi Arabistan veya İran'dan tek kuruş dahi olsa para sağlayıp Türkiye'de veya yabancı ülkelerdeki Türkler arasında dini çabalar içine girenlerin mutlaka ama mutlaka tarih önünde Türk milletinin karşısına çıkmasında önem görüyorum. Bunu yaparken de genellemelerden kaçınmalı bütün dini kişi ve cemaatler Suudi veya İran'la bağlantılıdır şeklinde yaftalamadan kaçınarak yapmak gerekir bunu... Taki aksi ispatlanana kadar...
Siyasal İslam'ın yükselişi 1970'lerde yaşanan büyük krizle açıklanıyor. 1970'ler Eric Hobsbawm'ın tabiriyle 'Kriz Yılları...' Immanuel Wallerstein, 1970'lerin Kapitalist Ekonominin sonunu getirecek tohumu içinde barındırdığını iddia ediyor. 1970'ler o zamana kadar İslam dünyasında hüküm süren seküler bütün ideolojilerin iflas ettiği yıllar... Dolayısıyla siyasal islam herşeyin İslami bir düzene tabi tutulmakla düzeleceği iddiası ile ortaya çıkıyor.
Siyasal İslam'ın bölgedeki siyasi iktidar ilişkileri için çok ciddi boyutlarda tehdit unsuru olduğunu 1979 İran devrimi gösterdi. Suudi Arabistan'da aynı yıl tehditi en yüreğinde hissetti. 1979'un Kasım ayında Juhayman Al Otaibi isimli bir Suudi ilahiyat öğrencisi ve 1000 küsür arkadaşı ile Ka'be'yi bastı ve içindekileri rehin aldı. Baskın iki hafta sürdü ve neticede Al Otaibi'nin hiçte istemeyeceği bir şekilde sona erdi. Fakat Suudi yönetici eliti mesajı çoktan almıştı.
1980'lere İran ve Suudi Arabistan farklı bir siyasa ile girdiler. İran devrimini yaymak, Suudi Arabistan için için kaynayan dini yapılanmasını başka bölgelere yönlendirmek, böylece evini temizlemek istiyordu.
Dini hareketlenme 1980'lerde toplumsal bağları güçlü tarikatler ve dini cemaatlerin güçlenmesi ile devam etti. Gilles Kepel'e göre bu bir strateji değişimiydi: toplum siyasal islam'da yukarıdan aşağı inen bir dönüşümle İslamlaştırılacaktı... şimdi toplum aşağıdan yukarıya çıkan bir dönüşümle İslamlaştırılıyordu.
Dolayısıyla konunun can alıcı noktası şu ilişki de düğümleniyor. İran'ın devrimini yayma sevdası ve Suudi Arabistan'ın petro-dolarlarını dünyadaki İslami hareketlere aktarması ile 1980 sonrasındaki tarikat ve dini cemaatlerin güçlenmesi arasında bir ilişki var mıydı?
Böyle önemli bir tarihsel kesişme olunca ilişkinin varlığı da doğal olarak kuruldu. Bu ilişki Türkiye'de olan bitenler için geçerli miydi? Uğur Mumcu Rabıta isimli kitabında işte tam bu can alıcı ilişkiyi ortaya çıkarmaya çalışıyor.
Kitap beş ana bölüme ayrılmış. İlk bölümde o zamanın Federal Almanya'sında İran'la ilişkili olarak faaliyet gösteren iki hoca ele alınıyor. İlk hoca tanıdık bir isim: Cemalettin Kaplan... Hani şu Almanya'da halifeliğini ilan eden Metin Kaplan'ın babası... Diğeri Ahmet Kütahyalı. Uğur Mumcu bu iki hocanın İran'a olan sempatilerini gözler önüne sermekle kalmıyor, takip ettikleri strateji ve hedeflerle İran devrimi arasındaki yakınlığa da dikkat çekiyor. Özellikle Kaplan'ın hazırladığı İslam anayasası tam bir İran anayasasının kopyası olmuş. İkinci bölümde Avrupa'da faaliyet gösteren Milli Görüş Teşkilatları mercek altına yatırılıyor. Bu teşkilatların hem İran'la hem de Suudilerle ilişki içerisinde olduklarını bu bölümde öğreniyoruz. Üçüncü bölümde Süleymancılık dosyası açılıyor. Bu bölümün aslında kitabın esas konusuyla bir alakası yok. Bölümün ana kaygısı Süleymancılık-Diyanet arasındaki kavgayı tartışmak. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kavga beni çok şaşırttı. Genelde Diyanet teşkilatı Türkiye'deki tarikat ve cemaatleri karşısına almaz. Süleymancılarla böyle bir kavgaya girişmesi kesinlikle üzerinde araştırma yapılması gereken bir konu... Ama dediğim gibi, bu konunun Türk tarikat ve dini cemaatlerin Suudi ve İran ilişkileri ile hiçbir alakası yok. Dördüncü bölüm kitaba ismini veren Suudi devletinin dini cemaatlere yardımını yönlendiren örgütü Rabıta al Alam al İslami'ye ayrılıyor. Bence Uğur Mumcu'nun en önemli gazetecelik başarısı da bu bölümde ortaya çıkıyor. Rabıta örgütü ile bağlantısı olanlar büyük bir titizlikle ortaya çıkarılıyor. Bu örgütle Türkiye de bağlantılı olması kuvvetle muhtemel kurum ve vakıflardan dört tanesi göze çarpıyor: Faisal Finans, Al Baraka, Aydınlar Ocağı, Bereket Vakfı ve İlim Yayma Cemiyeti... Bağlantıyı kuvvetle muhtemel kılan ise bu kurum ve vakıfların kurucularının Suudi Arabistan'la olan bağlantıları... Öte yandan Uğur Mumcu aynı bölümde Süleymancıların vakıflarına da aynı muameleyi yapıyor. Fakat Süleymancı vakıfların aynı grup içinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceğine emin değilim. Çünkü tamamen farklı bir kadro tarafından kurulmuş vakıflar. Mumcu'nun karmaşık anlatımında göremediğim veya kaçırdığım noktalar mı var.. Süleymancı vakıfları da Suudi yardımı almış vakıflarla peşi sıra tartışması bu vakıflarında Suudilerden yardım aldığını çağrıştırıyor. Alıp almadıklarını bilmiyorum. Belki almışlardır. Ama elindeki delillerle Uğur Mumcu'nun Süleymancıları da aynı sınıfa dahil etmesi ciddi araştırmacı gazeteci kimliğine gölge düşürmüş.
Kitap aslında bu bölümle bitiyor. Beşinci bölüm Rabıta olayının Türk basınındaki yankıları... Meraklısı için önemli bir arşivleme olmuş bu bölüm... Elimdeki Rabıta kitabı 24. Baskı... Toplam 500 küsür sayfa... Fakat bu 500 küsür sayfanın sadece 150 küsür sayfası ana kitap... Geri kalanı olayın Türk basınındaki yansımaları ve belgelere ayrılmış.
Uğur Mumcu'nun bu kitapta gölge düşürdüğü diğer bir yönü daha var: konusuna karşı takınması gereken tarafsız duruşu... Herhangi bir yazarın dünya görüşünün ve bir ideolojisinin olması kaçınılmazdır. Ama araştırma da amaç bu dünya görüşünün ve ideolojinin konuya yaklaşımını etkilememesidir. Uğur Mumcu'nun üzerine çalıştığı konu ile alakalı anlatımında oldukça alaycı ve küçümser ifadelerini çok itici buldum. Bence böylesine önemli bir kitaba hiç yakışmamış.
Uğur Mumcu'nun Türkçeye hakimiyeti oldukça etkileyici... Ağdalı ve uzun cümlelere kaçmadan meramını kısa ve öz Türkçe ifadelerle anlatabilmesi şahsen benimde sahip olmak istediğim ve çabaladığım bir özellik...
Uğur Mumcu Rabıta ile çok önemli bir konuyu aralıyor. Bu aralıktan girilip devamının getirilmesi ve üzerinde daha çok çalışılması gereken bir konu bu... Türk tarikat ve dini cemaatlerin İran ve Suudi Arabistan bağlantıları daha fazla çalışmayı hakeden bir konu.. Rabıta'nın ilk baskısı 1987'de.. yani aradan 21 yıl geçmiş... Halen daha bu çok önemli araştırma konusunun üzerine gidilmemiş olması tek kelime ile üzücü...
Kişisel duygularımı bu tahlile karıştırırsam... Suudi Arabistan veya İran'dan tek kuruş dahi olsa para sağlayıp Türkiye'de veya yabancı ülkelerdeki Türkler arasında dini çabalar içine girenlerin mutlaka ama mutlaka tarih önünde Türk milletinin karşısına çıkmasında önem görüyorum. Bunu yaparken de genellemelerden kaçınmalı bütün dini kişi ve cemaatler Suudi veya İran'la bağlantılıdır şeklinde yaftalamadan kaçınarak yapmak gerekir bunu... Taki aksi ispatlanana kadar...
Metin Heper, Türkiye'de Devlet Geleneği, Çev. Nalan Soyarık, 2. Baskı, Doğu Batı Yayınları, 2006
Son 200 yıldır içinden geçtiğimiz dönüşüm nedir? Buna çoğunlukla Batılılaşma veya çağdaşlaşma dedik. Batı'nın kurumları, felsefeleri, dine bakışları, vs., neticede çağdaş olanı temsil ettiği için ikisi arasında da pek bir fark görmedik. Dolayısıyla bir çoğumuz Edward Said'in tabiriyle 'Şarkiyatçı veya oryentalist' olduk. Gönüllü bir şarkiyatçılıktı bizimkisi... Dünyanın farklı bölgelerinde olduğu gibi sömürgeleşmenin ürünü değildi bizimkisi. Samimiyetle Batı'nın üstünlüğüne inandık. Samimiyetle onlar gibi olmaya çalıştık. Dolayısıyla son 200 yıldır geçirdiğimiz dönüşümü işte bu samimi gayretle açıkladık. Mustafa Reşit Paşa'dan Mustafa Kemal Paşa'ya uzanan bir silsile devlet adamımızı bu ön varsayımla anlamaya gayret ettik.
Hikaye, Batılılaşmaya veya çağdaşlaşmaya çalışmak gibi çok büyük bir dönüşümü içerince, doğal olarak içerisinde bazı çelişkiler de barındırdı. O zaman çelişkilerin kaynağı ya gericilikle suçlandı ya da Batı'yı tam olarak kavrayamamakla... Bir de Türkiye'nin kendine has koşulları eklenince, Türkiye büyük hikayeler için bir çok çelişki barındıran içinden çıkılmaz bir örnek haline geldi. Bu çelişkilerin önemli bir kısmı ifade edildiği gibi hikayenin büyüklüğünden kaynaklanıyordu.
Metin Heper Türkiye'de Devlet Geleneği kitabında işte tam olarak bu noktada ayrılıyor. Çağdaşlaşma gibi büyük çaplı bir hikayeden ziyade, son 200 yıllık dönüşümümüzü Türkiye'de devletin dönüşümü etrafında kurguluyor. Bu yeni açılım daha sağlam ve birçok çelişkiyi de çözümleyen bir anlatımı mümkün kılıyor. Bunda Heper hoca'nın Türk devletinine dair derin ve geniş bilgisininde küçümsenemez payı var.
Kitabın birinci bölümü kuramsal tartışmalara ayrılmış. Bu bölümdeki kuramsal tartışma özellikle siyaset biliminde ve sosyoloji de güncelliğini çoktan kaybetti. Yine de bölüm takip eden bölümlerin anlaşılmasını kolaylaştıracak kavramsal tartışma için önemli. Heper hoca iki tür devlet modelinden bahsediyor: Araçsal devlet modeli, aşkın devlet modeli. Araçsal devlet modeli siyasa yapımına dahil olmayan, kendi dışında belirlenen siyasaları basitçe uygulayan devlet... Aşkın devlet ise hem kendisi hem de halk için daha kavrayıcı menfaatleri belirleyip onun doğrultusunda siyasa yapımına katılan devlet. Türk devlet geleneği işte bu ikinci devlet modelini doğuruyor.
İkinci bölümde Osmanlı mirası tartışılıyor. Osmanlı modernleşmesi en dar anlamda devletin güçlendirilmesi olarak yorumlanıyor. Bunun bir ürünü olarak Tanzimat sonrasında ortaya çıkan bürokratik gelenek Türkiye'de aşkın devletin nüvesini oluşturuyor.
Üçüncü bölüm Atatürk dönemine ayrılmış. Atatürk'ün kurmak istediği devlet modeli her defasında halkını daha ileri modernleşme aşamasına götürmek isteyen bir devlet... Bu anlamda aşkın bir devlet... Tabi bu devletin ikircikli bir durumu var. Zira halkını daha üst seviyelere götürdükçe kendi varlık sebebini ortadan kaldırmış olacaktı bu devlet... Belki de bu yüzden Atatürk'ün idealindeki devlet onunla birlikte ortadan kalkıyor. Yerine Bürokratik aşkın devlet geliyor. Bu devlet kendini Atatürkçü olarak tanımlıyor aslında... ama Atatürk'ün en önemli idealini de rafa kaldıran bir devlet. Zira bu yeni dönemde Atatürkçülük donduruluyor ve ideoloji haline getirilip halk onunla çeperleniyor. Bu yeni halde halk olduğu halde kalacak ve sürekli gözetlenip güdülecek bir sürü halinde görülüyor. Çok partili sürece geçiş aslında bir şeyi değiştirmiyor. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde yoğunlaşan Demokrat Parti karşıtlığı ve 1960 ihtilali bürokratik aşkıncılığın örnekleri olarak karşımıza çıkıyor.
1970'lerde hükümet olan çeşitli partilerin istihdam politikaları tam anlamıyla bürokratik aşkın devletinde kuyusunu kazıyor. Bürokratik kadrolara partilerin kendi adamlarını ataması, gelişigüzel ve sık sık kadroların değiştirilmesi ve yükselen sağ-sol çatışmaları karşısında çaresiz kalan bir devlet...
12 Eylül ihtilali bir anlamda bürokratik aşkın devletin tekrar kendini tesisi olarak görülebilir. Bürokratik istikrar arzusu ve siyasete karşı özerklik ve koruma sağlama 12 eylül askeri yönetimini çareler almaya yöneltiyor. Cumhurbaşkanlığı güçlendirilerek önemli atamalar bu kurumda toplanıyor. Böylece halen daha içinde olduğumuz yeni aşkın devlet dönemi kurulmuş oluyor. Bu dönemdeki aşkıncılığı yeni yapan ise, özellikle ekonominin yönetiminde siyasete hareket alanının tanınması... Böylece siyasetle bürokrasi arasında bir iş bölümü yapılmış oluyordu. Dış politika gibi önemli konular yine aşkın devletin alanı olarak kaldı.
Kitap ingilizceden çeviri... Her çeviri de doğal karşılanabilecek hatalar bu kitapta da var. Fakat daha dikkatli ve titiz bir çalışma ile oldukça basit hatalar da düzeltilebilirdi. Özellikle ilk sayfalarda cümle düşüklükleri rahatsız edici derecede fazla... Kelime kullanımında da daha dikkatli olunabilirdi. Kolektif, münferit, absürdlük, rasyonalite gibi kelimeler yerine Türkçe karşılıkları kullanılabilirdi.
Heper Hoca son 200 yıllık değişimimizi Türk devlet geleneği'nin dönüşümünde takip ederek yakın tarihimizi anlamamıza çok önemli bir katkı sağlıyor. Kitabın aslı 1986'da ingilizce olarak yayınlanıyor. Yani yeni aşkın devlet kurulduktan hemen sonra... Ondan sonra da bürokrasi ve siyasetin mücadelesi bitmedi. Günümüze kadar devam etti. İçinde bulunduğumuz dönem siyasetin kendine biçilen rolü genişletmek için çırpındığı bir dönem. Avrupa Birliği maceramız da aslında siyaset-bürokrasi mücadelesinin başka bir alana aktarılmış hali. Heper hocamız keşke bu kitabını 1986'dan sonraki değişimleri, özellikle dini cemaatlerin güçlenmesini, hesaba katarak genişletse... Bu genişletmeyle Heper hocanın şu an yaşadığımız sorunları daha önce tutulmamış olaran ışık tutacağını söyleyebilirim.
Umarım bunu yapmak için zaman bulur...
Hikaye, Batılılaşmaya veya çağdaşlaşmaya çalışmak gibi çok büyük bir dönüşümü içerince, doğal olarak içerisinde bazı çelişkiler de barındırdı. O zaman çelişkilerin kaynağı ya gericilikle suçlandı ya da Batı'yı tam olarak kavrayamamakla... Bir de Türkiye'nin kendine has koşulları eklenince, Türkiye büyük hikayeler için bir çok çelişki barındıran içinden çıkılmaz bir örnek haline geldi. Bu çelişkilerin önemli bir kısmı ifade edildiği gibi hikayenin büyüklüğünden kaynaklanıyordu.
Metin Heper Türkiye'de Devlet Geleneği kitabında işte tam olarak bu noktada ayrılıyor. Çağdaşlaşma gibi büyük çaplı bir hikayeden ziyade, son 200 yıllık dönüşümümüzü Türkiye'de devletin dönüşümü etrafında kurguluyor. Bu yeni açılım daha sağlam ve birçok çelişkiyi de çözümleyen bir anlatımı mümkün kılıyor. Bunda Heper hoca'nın Türk devletinine dair derin ve geniş bilgisininde küçümsenemez payı var.
Kitabın birinci bölümü kuramsal tartışmalara ayrılmış. Bu bölümdeki kuramsal tartışma özellikle siyaset biliminde ve sosyoloji de güncelliğini çoktan kaybetti. Yine de bölüm takip eden bölümlerin anlaşılmasını kolaylaştıracak kavramsal tartışma için önemli. Heper hoca iki tür devlet modelinden bahsediyor: Araçsal devlet modeli, aşkın devlet modeli. Araçsal devlet modeli siyasa yapımına dahil olmayan, kendi dışında belirlenen siyasaları basitçe uygulayan devlet... Aşkın devlet ise hem kendisi hem de halk için daha kavrayıcı menfaatleri belirleyip onun doğrultusunda siyasa yapımına katılan devlet. Türk devlet geleneği işte bu ikinci devlet modelini doğuruyor.
İkinci bölümde Osmanlı mirası tartışılıyor. Osmanlı modernleşmesi en dar anlamda devletin güçlendirilmesi olarak yorumlanıyor. Bunun bir ürünü olarak Tanzimat sonrasında ortaya çıkan bürokratik gelenek Türkiye'de aşkın devletin nüvesini oluşturuyor.
Üçüncü bölüm Atatürk dönemine ayrılmış. Atatürk'ün kurmak istediği devlet modeli her defasında halkını daha ileri modernleşme aşamasına götürmek isteyen bir devlet... Bu anlamda aşkın bir devlet... Tabi bu devletin ikircikli bir durumu var. Zira halkını daha üst seviyelere götürdükçe kendi varlık sebebini ortadan kaldırmış olacaktı bu devlet... Belki de bu yüzden Atatürk'ün idealindeki devlet onunla birlikte ortadan kalkıyor. Yerine Bürokratik aşkın devlet geliyor. Bu devlet kendini Atatürkçü olarak tanımlıyor aslında... ama Atatürk'ün en önemli idealini de rafa kaldıran bir devlet. Zira bu yeni dönemde Atatürkçülük donduruluyor ve ideoloji haline getirilip halk onunla çeperleniyor. Bu yeni halde halk olduğu halde kalacak ve sürekli gözetlenip güdülecek bir sürü halinde görülüyor. Çok partili sürece geçiş aslında bir şeyi değiştirmiyor. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde yoğunlaşan Demokrat Parti karşıtlığı ve 1960 ihtilali bürokratik aşkıncılığın örnekleri olarak karşımıza çıkıyor.
1970'lerde hükümet olan çeşitli partilerin istihdam politikaları tam anlamıyla bürokratik aşkın devletinde kuyusunu kazıyor. Bürokratik kadrolara partilerin kendi adamlarını ataması, gelişigüzel ve sık sık kadroların değiştirilmesi ve yükselen sağ-sol çatışmaları karşısında çaresiz kalan bir devlet...
12 Eylül ihtilali bir anlamda bürokratik aşkın devletin tekrar kendini tesisi olarak görülebilir. Bürokratik istikrar arzusu ve siyasete karşı özerklik ve koruma sağlama 12 eylül askeri yönetimini çareler almaya yöneltiyor. Cumhurbaşkanlığı güçlendirilerek önemli atamalar bu kurumda toplanıyor. Böylece halen daha içinde olduğumuz yeni aşkın devlet dönemi kurulmuş oluyor. Bu dönemdeki aşkıncılığı yeni yapan ise, özellikle ekonominin yönetiminde siyasete hareket alanının tanınması... Böylece siyasetle bürokrasi arasında bir iş bölümü yapılmış oluyordu. Dış politika gibi önemli konular yine aşkın devletin alanı olarak kaldı.
Kitap ingilizceden çeviri... Her çeviri de doğal karşılanabilecek hatalar bu kitapta da var. Fakat daha dikkatli ve titiz bir çalışma ile oldukça basit hatalar da düzeltilebilirdi. Özellikle ilk sayfalarda cümle düşüklükleri rahatsız edici derecede fazla... Kelime kullanımında da daha dikkatli olunabilirdi. Kolektif, münferit, absürdlük, rasyonalite gibi kelimeler yerine Türkçe karşılıkları kullanılabilirdi.
Heper Hoca son 200 yıllık değişimimizi Türk devlet geleneği'nin dönüşümünde takip ederek yakın tarihimizi anlamamıza çok önemli bir katkı sağlıyor. Kitabın aslı 1986'da ingilizce olarak yayınlanıyor. Yani yeni aşkın devlet kurulduktan hemen sonra... Ondan sonra da bürokrasi ve siyasetin mücadelesi bitmedi. Günümüze kadar devam etti. İçinde bulunduğumuz dönem siyasetin kendine biçilen rolü genişletmek için çırpındığı bir dönem. Avrupa Birliği maceramız da aslında siyaset-bürokrasi mücadelesinin başka bir alana aktarılmış hali. Heper hocamız keşke bu kitabını 1986'dan sonraki değişimleri, özellikle dini cemaatlerin güçlenmesini, hesaba katarak genişletse... Bu genişletmeyle Heper hocanın şu an yaşadığımız sorunları daha önce tutulmamış olaran ışık tutacağını söyleyebilirim.
Umarım bunu yapmak için zaman bulur...
Tanıl Bora, Kemal Can, Devlet Ocak Derğah 12 Eylül'den 1990'lara Ülkücü Hareket, 7. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004
Ülkücü düşünce ve hareket Türk modernleşmesinin kuşkusuz en önemli parçalarından birisi... Diğer düşünce ve hareketler üzerine yapılacak her çalışma eğer söz konusu düşünce ve hareketin bu parça ile bağlantılarını iyi ortaya koymamışsa, bu parçaya gönderme yapmamışsa mutlaka eksiklikler barındıracaktır.
Devlet Ocak Derğah'ta Tanıl Bora ve Kemal Can Türk modernleşmesinin bu önemli parçasını, ülkücü hareketi, masaya yatırıyor.
Harekete dair en ufacık bir detay bile gözden kaçırılmamaya çalışılmış ve daha da önemli bu binlerce detay bilgi çok dikkatli bir bakış açısı ile genel bir hikayenin parçası olarak sunulmuş bizlere. Kitabın tarihsel bilgi açısından zenginliğini anlamak için kaynakça bölümüne bakmak yeterli. Kaynakçada ikinci el kaynak olarak nitelenebilecek kitap sayısı o kadar az ki...
Herşeyden önce ülkücü hareket milliyetçi düşüncenin bir alt şekli... Dolayısıyla Türkiye'de milliyetçi düşüncenin doğuşu ve gelişiminden bağımsız ele alınamaz. O yüzden tarihsel olarak ülkücü hareketin başlangıcı 19.yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başlarına götürülebilirdi. Fakat Tanıl Bora ve Kemal Can bence isabetli bir kararla ülkücü hareketin başlangıcı olarak 1948 tarihini alıyor. Hareketin tarihi düşünsel boyutta ele alınsaydı belki bu yanlış bir başlangıç olurdu. Zira yeni cumhuriyet yöneticilerinde ülkücü sayılabilecek eğilimler vardı. Fakat o haliyle ülkücü hareket toplumsal bir hareket değildi. Eski tabirle 'kuvveden fiile' geçiş 1948 tarihinde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin kuruluşu ile oldu. 1960 ihtilalinin güçlü subaylarından Alparslan Türkeş'in 1965 yılında partinin liderliğini ele geçirmesi ile parti tam olarak ülkücü yola giriyordu.
Kitabın ilk bölümü ülkücü düşüncenin 1980 evvelini ele alıyor. Bu dönem aslında kitabın ana konusu içerisinde değil. Kitap daha çok 1980 sonrası ülkücü hareketin geçirdiği süreçleri ele alıyor. Yine de 1980 sonrasındaki dönüşümler 1980 öncesinin hareketinin insan malzemesi, örğüt yapısı ve iktidar stratejisi ortaya konmadan anlaşılamaz. İlk bölüm işte tam olarak bunu yapıyor.
İkinci bölüm 12 Eylül'ü ve hareketin içine düştüğü durumu anlatıyor. 1980 öncesinde komünistlere karşı devleti korumayı kendilerine görev biçen, devleti sürekli kutsayan bir söyleme sahip bu hareketin devletin kendisinden gördüğü bu ağır darbeyi nasıl algıladığı bu bölümde ele alınıyor.
Üçüncü bölüm ülkücü hareketin 12 Eylül darbesine yaklaşımını etkileyen en önemli değişimi masaya yatırıyor. Aydınlar Ocağı'nın etkisiyle Türk devletinin 'Türk-İslam sentezi'ni benimsemesini... Aslında bu ülkücü hareketin önemli bir bölümünün yıllardır savunduğu bir sentezdi... Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman... Şimdi aynı düşünce Türk devletinin resmi görüşü oluyordu. Ülkücüler zindandaydı, ama fikirleri iktidardaydı.
Dördüncü bölümden sekinci bölüme kadar ki bölümler, 1983 sonrası dönemde ülkücü hareketin hangi düzlemlerde bölündüğünün ve birlik beraberliğini kaybettiğinin hikayesi...
Birinci bölünme, siyasal düzlemde yaşanıyor. Ülkücü hareket Muhafazakar Partı ve Milliyetçi Çalışma Partisi etrafında yeniden örgütlenirken, geçiş döneminde ülkücülerin önemli bir kısmı da Anavatan Partisi'ne geçiyor.
İkinci bölünme söylem düzleminde yaşanıyor. Bir kısım ülkücüler eski devletçi-muhafazakar söylemi devam ettirirken, bir kısmı sol söylemi, bir kısmı ise islami söylemi ülkücü söyleme eklemliyor.
Üçüncü bölünme ülkücü hareketin şiddete bulaşmış bir kısmının mafyalaşması ile oluyor. Ülkücü hareket ile mafya arasındaki ilişkiler aslında 1980 öncesi döneme uzanıyor. 12 Eylül sadece bu süreci hızlandırıyor. Yaşanan ülkücü baba enflasyonu aslında sonunda habercisi...
Dokuzuncu bölüm Milliyetçi Çalışma Partisi'nin toparlanma sürecini ele alıyor. Bu toparlanma süreci aslında bahsi geçen bölünmelerinde tedavi edilmesi ile başbaşa giden bir süreç. Onuncu bölüm 1980 sonrasında güçlenen islami hareketle ülkücü hareket arasındaki ilişkileri ele alıyor. Bu ilişki gittikçe artan bir oranda İslami hayat tarzının ülkücü tabanda yayılması arka planında gerçekleşiyor. Dolayısıyla islami hareket ve ülkücü hareket ikircikli bir ilişki içine düşüyorlar.
On birinci bölüm söz konusu dönemde gerçekleşen uluslararası olaylara karşı ülkücü hareketin takındığı tavrı ele alıyor. Dış Türklerin tekrar Türk gündemine girmesi ile ülkücü hareketi tekrar pan-türkist renklere bürünmesi bu bölümde ele alınıyor. Son bölüm ülkücü hareketin söz konusu dönemde geçirdiği dönüşümü göstermesi açısından sol-komünist hareketlere ve kürtlere karşı tutumunu tartışıyor.
Bu kadar farklı konuları bir ciltte kavramaya çalışan bu kitabın en önemli eksikliği de zaten burada yatıyor. Örneğin ülkücü mafya konusu bile tek başına bir kitap konusu olabilecek bir konu... Bu yüzden yakın Türkiye tarihini araştıracaklar için bu kitap önemli bir giriş niteliğinde...
Diğer önemli bir eksiklik ülkücü hareketin daha geniş faşist hareket içerisindeki yerinin tartışılmaması... Bu eksiklik Ömer Laçiner'ın yazdığı önsöz'le kapatılmaya çalışılmış. Yine de bu kapamanın çok başarılı olduğunu söylemek zor. Laçiner'in tartışması oldukça soyut boyutlarda kalıyor. Faşizm'in Türkiye örneğine, ülkücü harekete, göndermeler çok sınırlı... Buradan Laçiner'in yazısının eksik olduğu düşünülmesin. Tam tersi, Laçiner'in denemesi Faşism'i düşünce ve toplumsal haraket boyutlarında başarılı bir şekilde kavrıyor. Eleştirdiğim nokta bu yazı ile kitabın geri kalanının birbiri ile konuşmuyor olması.
Kitabın Türkçesine ilişkin bir fikir vermesi açısından şu alıntı herşeyi söylüyor. 'Dikkatleri salt doktriner, kitabi faşizm tahlillerinde veya konspiratif provokasyon araştırmalarında yoğunlaştırmanın, gerçekliğin her düzeyini bu soyutlamalarla açıklamaya kalkmanın bilinci, bilgileri –giderek tavırları- eksikli ve sağlıksız kılan bir etkisi olduğu kanısındayız.' 'Angaje, statüko, demagojik, kollektif, fundamentalist... ve daha niceleri... Yani Tanıl Bora ve Kemal Can'ın kitaplarını kaleme alırken kullandıkları kelimelerin Türkçe olması için en ufacık bir gayret gösterdiklerine dair bir göstergeye rastlamıyorsunuz. Bu kadar güçlü iki zeka keşke bu konuda biraz daha dikkatli olsalar...
Bu 600 sayfalık dev hacimli kitap, inceden inceye işlenmiş, el emeği göz nuru ile dokunmuş bir kilime benziyor. Her araştırmacıyı imrendirecek bir gayretin cisimleşmiş hali bu kitap. Yazarlardan benzer çalışmaları merakla bekliyorum.
Devlet Ocak Derğah'ta Tanıl Bora ve Kemal Can Türk modernleşmesinin bu önemli parçasını, ülkücü hareketi, masaya yatırıyor.
Harekete dair en ufacık bir detay bile gözden kaçırılmamaya çalışılmış ve daha da önemli bu binlerce detay bilgi çok dikkatli bir bakış açısı ile genel bir hikayenin parçası olarak sunulmuş bizlere. Kitabın tarihsel bilgi açısından zenginliğini anlamak için kaynakça bölümüne bakmak yeterli. Kaynakçada ikinci el kaynak olarak nitelenebilecek kitap sayısı o kadar az ki...
Herşeyden önce ülkücü hareket milliyetçi düşüncenin bir alt şekli... Dolayısıyla Türkiye'de milliyetçi düşüncenin doğuşu ve gelişiminden bağımsız ele alınamaz. O yüzden tarihsel olarak ülkücü hareketin başlangıcı 19.yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başlarına götürülebilirdi. Fakat Tanıl Bora ve Kemal Can bence isabetli bir kararla ülkücü hareketin başlangıcı olarak 1948 tarihini alıyor. Hareketin tarihi düşünsel boyutta ele alınsaydı belki bu yanlış bir başlangıç olurdu. Zira yeni cumhuriyet yöneticilerinde ülkücü sayılabilecek eğilimler vardı. Fakat o haliyle ülkücü hareket toplumsal bir hareket değildi. Eski tabirle 'kuvveden fiile' geçiş 1948 tarihinde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin kuruluşu ile oldu. 1960 ihtilalinin güçlü subaylarından Alparslan Türkeş'in 1965 yılında partinin liderliğini ele geçirmesi ile parti tam olarak ülkücü yola giriyordu.
Kitabın ilk bölümü ülkücü düşüncenin 1980 evvelini ele alıyor. Bu dönem aslında kitabın ana konusu içerisinde değil. Kitap daha çok 1980 sonrası ülkücü hareketin geçirdiği süreçleri ele alıyor. Yine de 1980 sonrasındaki dönüşümler 1980 öncesinin hareketinin insan malzemesi, örğüt yapısı ve iktidar stratejisi ortaya konmadan anlaşılamaz. İlk bölüm işte tam olarak bunu yapıyor.
İkinci bölüm 12 Eylül'ü ve hareketin içine düştüğü durumu anlatıyor. 1980 öncesinde komünistlere karşı devleti korumayı kendilerine görev biçen, devleti sürekli kutsayan bir söyleme sahip bu hareketin devletin kendisinden gördüğü bu ağır darbeyi nasıl algıladığı bu bölümde ele alınıyor.
Üçüncü bölüm ülkücü hareketin 12 Eylül darbesine yaklaşımını etkileyen en önemli değişimi masaya yatırıyor. Aydınlar Ocağı'nın etkisiyle Türk devletinin 'Türk-İslam sentezi'ni benimsemesini... Aslında bu ülkücü hareketin önemli bir bölümünün yıllardır savunduğu bir sentezdi... Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman... Şimdi aynı düşünce Türk devletinin resmi görüşü oluyordu. Ülkücüler zindandaydı, ama fikirleri iktidardaydı.
Dördüncü bölümden sekinci bölüme kadar ki bölümler, 1983 sonrası dönemde ülkücü hareketin hangi düzlemlerde bölündüğünün ve birlik beraberliğini kaybettiğinin hikayesi...
Birinci bölünme, siyasal düzlemde yaşanıyor. Ülkücü hareket Muhafazakar Partı ve Milliyetçi Çalışma Partisi etrafında yeniden örgütlenirken, geçiş döneminde ülkücülerin önemli bir kısmı da Anavatan Partisi'ne geçiyor.
İkinci bölünme söylem düzleminde yaşanıyor. Bir kısım ülkücüler eski devletçi-muhafazakar söylemi devam ettirirken, bir kısmı sol söylemi, bir kısmı ise islami söylemi ülkücü söyleme eklemliyor.
Üçüncü bölünme ülkücü hareketin şiddete bulaşmış bir kısmının mafyalaşması ile oluyor. Ülkücü hareket ile mafya arasındaki ilişkiler aslında 1980 öncesi döneme uzanıyor. 12 Eylül sadece bu süreci hızlandırıyor. Yaşanan ülkücü baba enflasyonu aslında sonunda habercisi...
Dokuzuncu bölüm Milliyetçi Çalışma Partisi'nin toparlanma sürecini ele alıyor. Bu toparlanma süreci aslında bahsi geçen bölünmelerinde tedavi edilmesi ile başbaşa giden bir süreç. Onuncu bölüm 1980 sonrasında güçlenen islami hareketle ülkücü hareket arasındaki ilişkileri ele alıyor. Bu ilişki gittikçe artan bir oranda İslami hayat tarzının ülkücü tabanda yayılması arka planında gerçekleşiyor. Dolayısıyla islami hareket ve ülkücü hareket ikircikli bir ilişki içine düşüyorlar.
On birinci bölüm söz konusu dönemde gerçekleşen uluslararası olaylara karşı ülkücü hareketin takındığı tavrı ele alıyor. Dış Türklerin tekrar Türk gündemine girmesi ile ülkücü hareketi tekrar pan-türkist renklere bürünmesi bu bölümde ele alınıyor. Son bölüm ülkücü hareketin söz konusu dönemde geçirdiği dönüşümü göstermesi açısından sol-komünist hareketlere ve kürtlere karşı tutumunu tartışıyor.
Bu kadar farklı konuları bir ciltte kavramaya çalışan bu kitabın en önemli eksikliği de zaten burada yatıyor. Örneğin ülkücü mafya konusu bile tek başına bir kitap konusu olabilecek bir konu... Bu yüzden yakın Türkiye tarihini araştıracaklar için bu kitap önemli bir giriş niteliğinde...
Diğer önemli bir eksiklik ülkücü hareketin daha geniş faşist hareket içerisindeki yerinin tartışılmaması... Bu eksiklik Ömer Laçiner'ın yazdığı önsöz'le kapatılmaya çalışılmış. Yine de bu kapamanın çok başarılı olduğunu söylemek zor. Laçiner'in tartışması oldukça soyut boyutlarda kalıyor. Faşizm'in Türkiye örneğine, ülkücü harekete, göndermeler çok sınırlı... Buradan Laçiner'in yazısının eksik olduğu düşünülmesin. Tam tersi, Laçiner'in denemesi Faşism'i düşünce ve toplumsal haraket boyutlarında başarılı bir şekilde kavrıyor. Eleştirdiğim nokta bu yazı ile kitabın geri kalanının birbiri ile konuşmuyor olması.
Kitabın Türkçesine ilişkin bir fikir vermesi açısından şu alıntı herşeyi söylüyor. 'Dikkatleri salt doktriner, kitabi faşizm tahlillerinde veya konspiratif provokasyon araştırmalarında yoğunlaştırmanın, gerçekliğin her düzeyini bu soyutlamalarla açıklamaya kalkmanın bilinci, bilgileri –giderek tavırları- eksikli ve sağlıksız kılan bir etkisi olduğu kanısındayız.' 'Angaje, statüko, demagojik, kollektif, fundamentalist... ve daha niceleri... Yani Tanıl Bora ve Kemal Can'ın kitaplarını kaleme alırken kullandıkları kelimelerin Türkçe olması için en ufacık bir gayret gösterdiklerine dair bir göstergeye rastlamıyorsunuz. Bu kadar güçlü iki zeka keşke bu konuda biraz daha dikkatli olsalar...
Bu 600 sayfalık dev hacimli kitap, inceden inceye işlenmiş, el emeği göz nuru ile dokunmuş bir kilime benziyor. Her araştırmacıyı imrendirecek bir gayretin cisimleşmiş hali bu kitap. Yazarlardan benzer çalışmaları merakla bekliyorum.
Kemal Kirişçi & Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu: Kökeni ve Gelişimi, Çev.: Ahmet Fethi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007
Modern devlete atfedilen önemli bir özellik de 'ulusal' olmasıdır. Devletin hükümranlık iddia ettiği belirli bir toprak parçası üzerindeki insanları birbirine kenetleyen ortak bir kimlik olarak karşımıza çıkar ulus. Peki bu kimlik nasıl oluşur?
Akademik yazın farklı farklı ulusallaşma deneyimleri olduğuna işaret eder. Bazen etnik kimlik üzerine bina edilir. Bazen din birliği temel oluşturur. Bazen vatandaşlık hakları herhangi bir ulusa temel olur. Ulus kimliği bazen tepeden elitler tarafından halka dayatılır. Bazen ise toplumun içinden çıkıp siyasi elitleri etkiler.
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri bu yazına çok önemli tarihsel örnekler sunabilir. Osmanlı modern devlet inşası süreci en başından itibaren bir çok ulusalcı hareketin ortaya çıkışına yolaçmıştır. Takip eden cumhuriyet dönemi de Osmanlı döneminde ortaya çıkmayan Kürt ulusalcı hareketinin doğuşuna şahitlik etmiştir.
Kitabın isminin itiraf ettiği gibi bu ulusalcı hareket günümüze önemli bir sorun olarak intikal etmiştir. Dolayısıyla hem akademik anlamda hem de günümüz Türkiyesi için çok önemli bir konu bu kitaba konuk olmuş.
Ulus kimliğinin ortaya çıkışı kuramsal olarak ilk bölümde tartışılmış olsa bile, bölümün amacı kesinlikle bu değil. İlk iki bölümü Kemal Kirişçi ve Gareth M. Winrow 'Ulus,' 'azınlık,' 'halk,' 'etnisite' gibi kavramları tartışmaya ayırıyor. Bu kavramlar takip eden tarihsel tartışmayı kolaylaştıracağı düşünülerek tartışılmış olmalı.
Her iki bölümde de gayet soyut olan kavramlar Türkiye ve Kürtler örneğinde somutlaştırılmış. Öte yandan bu iki bölümden sonraki tartışma ilk iki bölüm olmadan da anlaşılabilirdi. Kavramsal tartışmalara meraklı olmayan okuyucu ilk iki bölümü gönül rahatlığı ile atlayıp direk esas konunun tartışıldığı bölümlere geçebilir.
Bu bölümlerde kürt sorununun ortaya çıkışı, gelişimi ve uluslararası boyutu tartışılmış. Bu anlatımın önemli bir kısmını Türk devletinin kürt politikası oluşturuyor. Anlaşılan o ki bu politika Atatürk döneminde oluşmuş ve bir daha değişmemiş. 1980 sonrasında değişik partilerin Kürt sorununa bakışları da kitapta ele alınmış. İtiraf etmek gerekirse benimde ilgimi çeken bölümler bu bölümlerdi.
Kirişçi ve Wınrow'a göre kürt sorununun ortaya çıkışının sebebi İttihat ve Terakki ile başlayıp Cumhuriyetle olgunlaşan etnik temelli Türk ulusu yaratma politikaları... Bu politikalar Lazlar, Çerkesler, Arnavutlar gibi Türk olmayan müslümanları asimile etmeyi başarmışsa da Kürtler söz konusu olunca başarısız olmuşlardır. Başarısızlığın sebebine dair kitapta herhangi bir açıklama gayretine girilmemiş.
Kürtlerin bu politikalara cevabı 1925'ten başlayıp 1938'e kadar dönemde isyan ederek olmuş. 1938'den sonra ise Kürt sorunu gündemden düşüyor. Bunun sebebini de bilmiyoruz. Türk devleti Kürtleri isyana sevk eden politikalardan mı vazgeçti? Kürt sorunu tekrar 1970'lerde ortaya çıkıyor. PKK'nın kurulması ve şiddete başvurması sorunu bir başka boyuta taşıyor.
Kirişçi ve Winrow Kürt sorunun geçirmiş olduğu bu aşamaları olabildiğince sade ve anlaşılır bir üslüpla ortaya koyuyor. Yazarlar betimleme düzeyinde sergiledikleri bu başarıyı analitik düzlemde gösteremiyorlar. Olguların neden olduğuna dair hemen hemen hiçbir çabaya rastlanmıyor.
Mesela Atatürk ve arkadaşlarının etnik temelli ulus yaratma isteklerinin kürt ulusalcılığının sebebi olduğu iddia edilirken, Atatürk ve arkadaşlarının neden bu yolu seçtiklerine dair iddiaları klasik okumaların ötesine geçemiyor. Bu konuda Bernard Lewis'ın hakemliğine başvurmak ise tam anlamıyla bir skandal. Kürtlerin bazıları isyanı seçerken neden bazıları yeni rejimle işbirliğine giriyor?
1938'den sonra kürt sorununun yokolma derecesine gelmesinin ve 1970'lerde tekrar yüzüstüne çıkmasının nedenlerini öğrenemiyoruz. Kitapta resmedilen Kürtler tarihin akışına kendini kaptırmış, kendi dışındaki aktörlerin tercihlerine sadece tepki veren veya veremeyen bir kesim. Olgulara kürtlerin nasıl baktığına ilişkin çok ciddi bir eksiklik var kitapta ve okuyucu bu eksikliği çok kuvvetli hissediyor.
Kitabın Türkçesi oldukça kuru. Okuyucu konuya ilgili değilse özellikle ilk iki bölümü okurken sıkılması cok muhtemel. Tarihsel tartışmalarda üslüp daha akıcı hale geliyor. Bu bölümlerin Türkçesi yine de kuruluktan kurtulamamış. Bu kuruluk muhtemelen metnin aslından kaynaklanıyor. Çevirmenin bu konuda yapabileceği çok bir katkı olamazdı.
Çevirilerde sık rastlanan cümle düşüklüklerine kitabın başında rastlanmasına rağmen daha sonra hemen hemen hiç rastlamadım. İngilizce kelimelere bulunan Türkçe karşılıklarda sırıtan herhangi örnek gözüme çarpmadı. Buna tek bir istisna var. Paranoid kelimesi Türkçeye paranoyak olarak çevrilebilirdi.
Kürt sorunumuz belkide hiç olmaması gereken bir sorundu. Eski Osmanlı unsurlar içerisinde Türk milletini hiçbir savaşta yalnız bırakmamış Kürtlerle 80 yıldır süregelen bu sorun herkesin içini sızlatıyor olmalı. Bu sorunun temel parametrelerini ögrenmek çözüme giden bir yol olması sebebiyle Kirişçi ve Winrow'un kitabı okunmalı...
Akademik yazın farklı farklı ulusallaşma deneyimleri olduğuna işaret eder. Bazen etnik kimlik üzerine bina edilir. Bazen din birliği temel oluşturur. Bazen vatandaşlık hakları herhangi bir ulusa temel olur. Ulus kimliği bazen tepeden elitler tarafından halka dayatılır. Bazen ise toplumun içinden çıkıp siyasi elitleri etkiler.
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri bu yazına çok önemli tarihsel örnekler sunabilir. Osmanlı modern devlet inşası süreci en başından itibaren bir çok ulusalcı hareketin ortaya çıkışına yolaçmıştır. Takip eden cumhuriyet dönemi de Osmanlı döneminde ortaya çıkmayan Kürt ulusalcı hareketinin doğuşuna şahitlik etmiştir.
Kitabın isminin itiraf ettiği gibi bu ulusalcı hareket günümüze önemli bir sorun olarak intikal etmiştir. Dolayısıyla hem akademik anlamda hem de günümüz Türkiyesi için çok önemli bir konu bu kitaba konuk olmuş.
Ulus kimliğinin ortaya çıkışı kuramsal olarak ilk bölümde tartışılmış olsa bile, bölümün amacı kesinlikle bu değil. İlk iki bölümü Kemal Kirişçi ve Gareth M. Winrow 'Ulus,' 'azınlık,' 'halk,' 'etnisite' gibi kavramları tartışmaya ayırıyor. Bu kavramlar takip eden tarihsel tartışmayı kolaylaştıracağı düşünülerek tartışılmış olmalı.
Her iki bölümde de gayet soyut olan kavramlar Türkiye ve Kürtler örneğinde somutlaştırılmış. Öte yandan bu iki bölümden sonraki tartışma ilk iki bölüm olmadan da anlaşılabilirdi. Kavramsal tartışmalara meraklı olmayan okuyucu ilk iki bölümü gönül rahatlığı ile atlayıp direk esas konunun tartışıldığı bölümlere geçebilir.
Bu bölümlerde kürt sorununun ortaya çıkışı, gelişimi ve uluslararası boyutu tartışılmış. Bu anlatımın önemli bir kısmını Türk devletinin kürt politikası oluşturuyor. Anlaşılan o ki bu politika Atatürk döneminde oluşmuş ve bir daha değişmemiş. 1980 sonrasında değişik partilerin Kürt sorununa bakışları da kitapta ele alınmış. İtiraf etmek gerekirse benimde ilgimi çeken bölümler bu bölümlerdi.
Kirişçi ve Wınrow'a göre kürt sorununun ortaya çıkışının sebebi İttihat ve Terakki ile başlayıp Cumhuriyetle olgunlaşan etnik temelli Türk ulusu yaratma politikaları... Bu politikalar Lazlar, Çerkesler, Arnavutlar gibi Türk olmayan müslümanları asimile etmeyi başarmışsa da Kürtler söz konusu olunca başarısız olmuşlardır. Başarısızlığın sebebine dair kitapta herhangi bir açıklama gayretine girilmemiş.
Kürtlerin bu politikalara cevabı 1925'ten başlayıp 1938'e kadar dönemde isyan ederek olmuş. 1938'den sonra ise Kürt sorunu gündemden düşüyor. Bunun sebebini de bilmiyoruz. Türk devleti Kürtleri isyana sevk eden politikalardan mı vazgeçti? Kürt sorunu tekrar 1970'lerde ortaya çıkıyor. PKK'nın kurulması ve şiddete başvurması sorunu bir başka boyuta taşıyor.
Kirişçi ve Winrow Kürt sorunun geçirmiş olduğu bu aşamaları olabildiğince sade ve anlaşılır bir üslüpla ortaya koyuyor. Yazarlar betimleme düzeyinde sergiledikleri bu başarıyı analitik düzlemde gösteremiyorlar. Olguların neden olduğuna dair hemen hemen hiçbir çabaya rastlanmıyor.
Mesela Atatürk ve arkadaşlarının etnik temelli ulus yaratma isteklerinin kürt ulusalcılığının sebebi olduğu iddia edilirken, Atatürk ve arkadaşlarının neden bu yolu seçtiklerine dair iddiaları klasik okumaların ötesine geçemiyor. Bu konuda Bernard Lewis'ın hakemliğine başvurmak ise tam anlamıyla bir skandal. Kürtlerin bazıları isyanı seçerken neden bazıları yeni rejimle işbirliğine giriyor?
1938'den sonra kürt sorununun yokolma derecesine gelmesinin ve 1970'lerde tekrar yüzüstüne çıkmasının nedenlerini öğrenemiyoruz. Kitapta resmedilen Kürtler tarihin akışına kendini kaptırmış, kendi dışındaki aktörlerin tercihlerine sadece tepki veren veya veremeyen bir kesim. Olgulara kürtlerin nasıl baktığına ilişkin çok ciddi bir eksiklik var kitapta ve okuyucu bu eksikliği çok kuvvetli hissediyor.
Kitabın Türkçesi oldukça kuru. Okuyucu konuya ilgili değilse özellikle ilk iki bölümü okurken sıkılması cok muhtemel. Tarihsel tartışmalarda üslüp daha akıcı hale geliyor. Bu bölümlerin Türkçesi yine de kuruluktan kurtulamamış. Bu kuruluk muhtemelen metnin aslından kaynaklanıyor. Çevirmenin bu konuda yapabileceği çok bir katkı olamazdı.
Çevirilerde sık rastlanan cümle düşüklüklerine kitabın başında rastlanmasına rağmen daha sonra hemen hemen hiç rastlamadım. İngilizce kelimelere bulunan Türkçe karşılıklarda sırıtan herhangi örnek gözüme çarpmadı. Buna tek bir istisna var. Paranoid kelimesi Türkçeye paranoyak olarak çevrilebilirdi.
Kürt sorunumuz belkide hiç olmaması gereken bir sorundu. Eski Osmanlı unsurlar içerisinde Türk milletini hiçbir savaşta yalnız bırakmamış Kürtlerle 80 yıldır süregelen bu sorun herkesin içini sızlatıyor olmalı. Bu sorunun temel parametrelerini ögrenmek çözüme giden bir yol olması sebebiyle Kirişçi ve Winrow'un kitabı okunmalı...
Mete Tuncay, Türkiye'de Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması 1923-1931, Tarih Vakfı, 4. Basım, 2005
Otoriter rejimleri liberal demokrasilerden ayıran en temel ayraç faaliyet gösteren parti sayısıdır. Gösterge basit gibi gözükse de bir ülkedeki parti sayısını açıklamak kuramsal açıdan oldukça zordur. Uzun dönemli karşılaştırmalı tarihsel analizler gerektirir. Stein Rokkan'ın Avrupa merkezli yaptığı çalışmalarda önerdiği cevapların karmaşıklığı bunun en önemli delili olsa gerek...
Gerçi Fransız siyaset bilimcisi Duverger'in çok basit ve genellikle işe yarayan bir cevabı vardır: seçim sistemi. Peki farklı ülkeler neden farklı seçim sistemleri uygular? Bu soruyla tekrar Rokkan'a dönmek zorunda kalırız. Bu tartışma aslında Batı demokrasileri için geçerli bir tartışma. Yani bir ülkede neden tek parti iktidarı kurulur sorusunu cevaplamada yardımcı olmaz.
Batılı toplumlarda demokrasinin bir şiarı olarak karşımıza çıkan siyasi parti, Sovyetler Birliği'inden Çin'e, Yugoslavya'dan Meksika'ya bir çok toplumda istibdat rejimlerinin bir aracı olarak ortaya çıktı. Türkiye tek parti istibdadıyla İttihat ve Terakki ile tanıştı. Bu tanışıklık Cumhuriyet döneminde de devam etti.
Herhangi bir istibdat rejimi kendisini neden tek parti altında organize eder sorusu halen daha cevaplanmamış bir sorudur. Varolan çalışmalarda daha çok tek parti olgusunu betimleme ve modernleşme sürecinde potansiyel rolünü anlama kaygısı agır basar.
1970lerden itibaren ise modernleşme yazınının gözden düşmesi ile tek parti olgusu sosyal bilimler gündeminden de düştü. 2000li yıllarda özellikle sivil toplum üzerine yapılan çalışmalar da yeniden yeniye gündeme gelmektedir. Bu çalışmalara göre tek parti rejiminden geçmiş ülkelerin sivil toplumları diğer otoriter rejim örneklerine göre daha zayıf kalmiştir. Türkiye'nin demokrasiyi hazmedememesinden Ergenekon tipi örgütlerin varlığına kadar bir çok olgu 1923-1950 arasında hüküm süren tek parti dönemi ile ilişkilidir.
Mete Tuncay tek parti yönetimleri üzerine ortaya çıkan yazına Türkiye örneği ile katılıyor. Kitabın ilk bölümü varolan kuramsal tartışmaya ayrılmış. Meraklısı için güzel bir özet niteliğinde bu bölüm. Takip eden bölümler ise hadiselerin tarihsel oluş sırasına göre kurgulanmış. Sadece bir bölüm bu mantığa uymuyor. Bu bölümde tek parti yönetiminin takip ettiği politikalar tartışılmış. Tek başına okunabilecek bu bölümün kitabın diğer bölümleriyle pek bir ilişkisi yok. En azından Mete Tuncay ilişki kurmaya gayret etmemiş. Kitabın sonunda oldukça uzun bir ek bölümü de var.
Tek parti yönetimi üzerine gelişen yazının temel kuramsal eksikliği Mete Tuncay'ın kitabında da devam ediyor. Atatürk ve arkadaşları neden tek parti rejimini kurdu veya devam ettirdi sorusuna cevap bulamıyorsunuz kitapta. Kitap daha çok Türkiye'de tek parti rejimi nasıl kuruldu sorusuna cevap arıyor. Mete Tuncay bunu yaparken oldukça detaylı bir tarihsel kurgu sunuyor bize. Bu süreç detaylandırıldıkça kurgunun bütünselliği kayboluyor.
Hangi aşamalardan geçilerek bir ülkede tek partinin kurulur? Bu sorunun cevabı niteliğinde soyut bir model ortaya konmadığı için tarihsel olguların kitabın ana konusu ile ilişkilendirilmesi okuyucuya kalıyor. Dolayısıyla detaylar arasında kaybolup ana konuyu unutma tehlikesi kitap boyunca mevcut.
Aslında Mete Tuncay'ın çizdiği resim oldukça basit. Tek parti yönetiminin kurulması süreci Anadolu ve Rumeli Müdafaa i Hukuk Cemiyetlerinin Cumhuriyet Halk Fırkasına dönüştürülmesi ile başlıyor. Daha sonraki süreç ise tek parti yönetimine muhalif grupların ortadan kaldırılması ve toplumsal ağlarının Fırka'nın bünyesine aktarılmasını içeriyor.
Daha önce belirttiğim üzere Mete Tuncay tartışmalarını tek parti kurulumu sürecine bağlanmıyor. Bu yüzden kitap ilk dönem cumhuriyet tarihine dair bir kitap olmaktan öteye geçemiyor. Bu açıdan değerlendirilirse Mete Tuncay'ın sunduğu detaylı tarihsel kurguya hayran olmamak elde değil. Çok ciddi ve dikkatli bir akademik çalışmanın meyvesi bu kitap.
Kitap boyunca yazarın üslübu da değişiyor. Giriş ve sonuç kısmında öz türkçeyi kullanmaya gayret edilirken, tarihsel anlatıda bu gayret gözlemlenmiyor. Dolayısıyla kitabın büyük bir kısmında osmanlıca kelimeler ağırlıkla kullanılmış. Bunun en önemli sebebi ise yazarın döneme ait kaynaklardan yaptığı alıntıları oldukça uzun tutmuş olması.
Yazarın solcu duruşu bizim için büyük bir şans. İdeolojik açıdan dönemin önemli aktörlerinden farklı düşünmesi yazarı konusuna olabildiğince objektif kılmış. Yazar kişileri ve siyasaları yerme veya övme çabasına girmeden, oldukları halleriyle yansıtmaya gayret etmiş. Dolayısıyla çocukluğumuzdan beri işittiğimiz dönemle ilgili destansı söyleme bu kitapta rastlamıyoruz.
Özellikle Atatürk'ün bir kesim tarafından yoğun bir şekilde istismar edildiği bu dönemde Mete Tuncay'ın kitabı ilk dönem cumhuriyet tarihi meraklılarının mutlaka okunması gereken bir kitap..
Gerçi Fransız siyaset bilimcisi Duverger'in çok basit ve genellikle işe yarayan bir cevabı vardır: seçim sistemi. Peki farklı ülkeler neden farklı seçim sistemleri uygular? Bu soruyla tekrar Rokkan'a dönmek zorunda kalırız. Bu tartışma aslında Batı demokrasileri için geçerli bir tartışma. Yani bir ülkede neden tek parti iktidarı kurulur sorusunu cevaplamada yardımcı olmaz.
Batılı toplumlarda demokrasinin bir şiarı olarak karşımıza çıkan siyasi parti, Sovyetler Birliği'inden Çin'e, Yugoslavya'dan Meksika'ya bir çok toplumda istibdat rejimlerinin bir aracı olarak ortaya çıktı. Türkiye tek parti istibdadıyla İttihat ve Terakki ile tanıştı. Bu tanışıklık Cumhuriyet döneminde de devam etti.
Herhangi bir istibdat rejimi kendisini neden tek parti altında organize eder sorusu halen daha cevaplanmamış bir sorudur. Varolan çalışmalarda daha çok tek parti olgusunu betimleme ve modernleşme sürecinde potansiyel rolünü anlama kaygısı agır basar.
1970lerden itibaren ise modernleşme yazınının gözden düşmesi ile tek parti olgusu sosyal bilimler gündeminden de düştü. 2000li yıllarda özellikle sivil toplum üzerine yapılan çalışmalar da yeniden yeniye gündeme gelmektedir. Bu çalışmalara göre tek parti rejiminden geçmiş ülkelerin sivil toplumları diğer otoriter rejim örneklerine göre daha zayıf kalmiştir. Türkiye'nin demokrasiyi hazmedememesinden Ergenekon tipi örgütlerin varlığına kadar bir çok olgu 1923-1950 arasında hüküm süren tek parti dönemi ile ilişkilidir.
Mete Tuncay tek parti yönetimleri üzerine ortaya çıkan yazına Türkiye örneği ile katılıyor. Kitabın ilk bölümü varolan kuramsal tartışmaya ayrılmış. Meraklısı için güzel bir özet niteliğinde bu bölüm. Takip eden bölümler ise hadiselerin tarihsel oluş sırasına göre kurgulanmış. Sadece bir bölüm bu mantığa uymuyor. Bu bölümde tek parti yönetiminin takip ettiği politikalar tartışılmış. Tek başına okunabilecek bu bölümün kitabın diğer bölümleriyle pek bir ilişkisi yok. En azından Mete Tuncay ilişki kurmaya gayret etmemiş. Kitabın sonunda oldukça uzun bir ek bölümü de var.
Tek parti yönetimi üzerine gelişen yazının temel kuramsal eksikliği Mete Tuncay'ın kitabında da devam ediyor. Atatürk ve arkadaşları neden tek parti rejimini kurdu veya devam ettirdi sorusuna cevap bulamıyorsunuz kitapta. Kitap daha çok Türkiye'de tek parti rejimi nasıl kuruldu sorusuna cevap arıyor. Mete Tuncay bunu yaparken oldukça detaylı bir tarihsel kurgu sunuyor bize. Bu süreç detaylandırıldıkça kurgunun bütünselliği kayboluyor.
Hangi aşamalardan geçilerek bir ülkede tek partinin kurulur? Bu sorunun cevabı niteliğinde soyut bir model ortaya konmadığı için tarihsel olguların kitabın ana konusu ile ilişkilendirilmesi okuyucuya kalıyor. Dolayısıyla detaylar arasında kaybolup ana konuyu unutma tehlikesi kitap boyunca mevcut.
Aslında Mete Tuncay'ın çizdiği resim oldukça basit. Tek parti yönetiminin kurulması süreci Anadolu ve Rumeli Müdafaa i Hukuk Cemiyetlerinin Cumhuriyet Halk Fırkasına dönüştürülmesi ile başlıyor. Daha sonraki süreç ise tek parti yönetimine muhalif grupların ortadan kaldırılması ve toplumsal ağlarının Fırka'nın bünyesine aktarılmasını içeriyor.
Daha önce belirttiğim üzere Mete Tuncay tartışmalarını tek parti kurulumu sürecine bağlanmıyor. Bu yüzden kitap ilk dönem cumhuriyet tarihine dair bir kitap olmaktan öteye geçemiyor. Bu açıdan değerlendirilirse Mete Tuncay'ın sunduğu detaylı tarihsel kurguya hayran olmamak elde değil. Çok ciddi ve dikkatli bir akademik çalışmanın meyvesi bu kitap.
Kitap boyunca yazarın üslübu da değişiyor. Giriş ve sonuç kısmında öz türkçeyi kullanmaya gayret edilirken, tarihsel anlatıda bu gayret gözlemlenmiyor. Dolayısıyla kitabın büyük bir kısmında osmanlıca kelimeler ağırlıkla kullanılmış. Bunun en önemli sebebi ise yazarın döneme ait kaynaklardan yaptığı alıntıları oldukça uzun tutmuş olması.
Yazarın solcu duruşu bizim için büyük bir şans. İdeolojik açıdan dönemin önemli aktörlerinden farklı düşünmesi yazarı konusuna olabildiğince objektif kılmış. Yazar kişileri ve siyasaları yerme veya övme çabasına girmeden, oldukları halleriyle yansıtmaya gayret etmiş. Dolayısıyla çocukluğumuzdan beri işittiğimiz dönemle ilgili destansı söyleme bu kitapta rastlamıyoruz.
Özellikle Atatürk'ün bir kesim tarafından yoğun bir şekilde istismar edildiği bu dönemde Mete Tuncay'ın kitabı ilk dönem cumhuriyet tarihi meraklılarının mutlaka okunması gereken bir kitap..
Roy Mottahadeh, Peygamberin Hırkası İran'da Din ve Politika, çev. Ruşen Çakır, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003
Son 500 yılın İran tarihinin en temel konularından birisidir Şiilik ve Şii din kurumları... Bu konu hem tarihsel hem de içerik olarak oldukça geniş, bir o kadar da derindir. Üzerine yüzlerce kitap yazılmasına rağmen halen daha sorular sorulabilecek son derece bereketli bir konudur da.. Şiilik konusuna girmeden ne İran'ın geçmişi ne de günü tam anlamıyla anlatılabilir.
19. yüzyılın sonu ve başında Kaçar hanedanına karşı toplumsal tepkinin yükselişi, 1905 Anayasa devriminin gelişimi ve başarısızlığı, 1979 İran devriminin oluşum ve başarıya ulaşım süreci, Dr. Musaddık'da belirginleşen İran milliyetçiliğinin yükselişi ve başarısızlığı... ve daha bir çok tarihsel öneme haiz olayda Şii din öğretisi, din adamları ve kurumlarının rolü olmuştur.
Roy Mottahedeh'in Peygamberin Hırkası, en basit tabirle, Şiilik ve Şii din kurumlarına dair herşey üzerine bir kitap. Abartısız... Roy Mottahedeh 400 sayfalık kitabında Şiilik tasavvuf ilişkisinden tutun, Şii din adamlarının hiyerarşık yapısının ortaya çıkışına kadar akla gelebilecek her önemli konuya değinmiş bu kitapta... Doğal olarak bu konu genişliği ile ters orantılı olarak her konu görece yüzeysel olarak ele alınmış.
Yine de Roy Muttahedeh hepsini büyük bir etkinlikle basitleştirip açıklayabilmiş. Bu zaten büyüklüğün şiarı değil midir? Roy Mottahedeh'i büyük yapan diğer bir özellik ise kitabı ansiklopedik niteliğine rağmen zevkli kılabilmiş olması. Birbiri ile ortak paydası sadece Şiilik olan onlarca kişi ve konu ortak bir hikayenin parçası olarak karşımıza çıkıyor bu kitapta...
Roy Mottahedeh kitabını gerçek ismini bilmediğimiz İranlı bir mollanın hayat hikayesi üzerine kuruyor. Mollanın kitaptaki adı Ali Haşimi... Roy Mottahedeh neden bu ismi mollasına taktığını açıklamıyor. Ali Haşimi bir molla olabilmek için her türlü imtiyazla doğmuş bir molla. Seyyid bir aileden geliyor... İran medreselerinin başkenti Kum'da doğar. Babası herkesin saydığı ve sevdiği bir medrese hocası. Abisi ve babası kanalıyla Kum'da Ruhullah Humeyni'ninde ders verdiği Fevziye medresesinde dini eğitimine başlıyor.
O kadar imtiyazlı bir molla ki, yüksek din eğitimi için Şii dünyasının en önemli dini merkezi Necef'teki medreselere devam ediyor. Orada Humeyni'nin öğrencisi oluyor. Döndüğünde verdiği bir vaazdan ötürü hapse atılıyor. Hapse atıldıktan sonra siyasetten soğuyor ve Tahran Üniversitesi'nin İlahiyat Fakültesine devam ediyor. 1979 devrimi ve ertesinde yaşadığı hayal kırıklığı ile kitap sona eriyor.
Roy Mottahedeh bu hayat hikayesini 400 sayfalık kitabına bölüm bölüm yayarak anlatıyor. Her bir bölüm Ali Haşimi'nin hayatının değişik bir dönemine ayrılmış. O bölümle alakalı hayat hikayesinin ana öğesi Roy Mottahedeh için Şiilikle alakalı konuya bir giriş olmuş. Mesela Ali Haşimi'nin medreseye başlaması Şii medrese eğitimine girişe vesile olmuş. Aynı şekilde Ali Haşimi'nin devlet okulundaki öğrencilik yıllarından İran'da devlet destekli eğitim konusuna geçiliyor.
Medreseye devam ederken Ali Haşimi'nin tasavvufla tanışması Şiilik ve tasavvuf ilişkisi tartışmasına yol açıyor. Bu konuların soyut olması aldatmasın. Roy Mottahedeh her konuyu o konuda akla gelen en önemli ismin hayatı hikayesi ile birlikte anlatıyor. Dolayısıyla konu ete kemiğe bürünüp karşımıza çıkıyor. Mesela medrese eğitiminde İbn Sina, şiilik ve tasavvuf ilişkisinde Sühreverdi, İran'da devlet eğitim sisteminde İsa Sadık tartışılmış. Kitapta İran tarihinin en önemli şahsiyetleri kendine yer bulmuş: Dr. Musaddık, Celal al-Ahmet, Ali Şeriatı (diğerlerine göre çok daha az yer almış), Ruhullah Humeyni, akla gelen isimlerden sadece bir kaçı.
Kitabın ele aldığı konuların çeşitliliği kitabın bütününü amaç noktasında oldukça zayıf kılıyor. İran tarihinde din ve din adamlarının rolüne ilişkin giriş niteliğini aşamıyor kitap. Meraklısı için bu konuda daha kapsamlı kitaplar yayınlandı. Örneğin, Moojan Momen'in türkçeye çevrilip çevrilmediğini bilmediğim 'Introduction to Shia Islam' kitabı kanaatimce çok daha iyi bir giriş kitabı. Türkçe'de daha din ağırlıklı Mazlum Uyar'ın 'Şii Ulemasının Otoritesinin Temelleri' kitabı da Peygamberin Hırkası ile birlikte, onu tamamlamak için okunabilir. Roy Mottahedeh'in farkı aynı konuları daha akıcı kılabilmiş olması.
Peygamberin Hırkası cevapladığı sorulardan daha çok okuyucunın zihninde ortaya çıkardığı sorular içinde okunmalı. Keşke Roy Mottahedeh bu soruların peşinden gitmiş olsaydı. En heyecan verici sorular ise Ali Haşimi ile alakalı. Mesela Kum'da oldukça saygın bir konumda iken neden Tahran Üniversite'sine devam etmeye karar vermiş. Hapishane deneyiminin onu çok korkuttuğunu ve siyasetten ürküttüğünü öğreniyoruz. Fakat bu Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesine girmek için yeterli bir açıklama değil.
20. yüzyılda mollaların üniversite derecesi, hatta doktora yaptıklarını işitmiştim. Mesela, iddiaya göre Humeyni felsefeden doktoralı ve Aristo mantığının Kur'an tefsirine uygulanması üzerine bir tez yazmış. Ne derece doğru bilmiyorum. Şah dönemi İran'daki molların karşı karşıya kaldıkları fırsatların anlaşılması için bu soru keşke cevaplandırılmış olsaydı. Peşinden gidilebilecek daha önemli soru ise İran'da 1979 sonrası mollalar arasında doğan ayrılık... Bu tespit Ali Haşimi'nin devrim sonrası yaşadığı hayal kırıklığının tartışıldığı kitabın sonsözünde giderayak yapılmış. Keşke Ali Haşimi örneğinden yola çıkarak bu ayrılığın temelleri tartışılsaydı.
Kitabın arka sayfasındaki tanıtımda düzeltilmesi gereken bir bilgi var. Kitabın ana karakteri Ali Haşimi'nin laik eğitime merak salıp molla çevresinden ayrıldığı iddia ediliyor. Yukarıda değindiğim gibi mollalar arasında seküler eğitim yapanlara rastlanıyor. Ali Haşimi Tahran Üniversitesi'nde eğitim görmesi o açıdan bir istisna değil. Laik eğitime merak salıp molla çevresinden ayrılması ise söz konusu değil.Bilakis kitabın sonunda devrim sonrasında da Ali'nin medreselerde ders vermeye devam ettiğini öğreniyoruz. Kitabın ana karakteri bu şekilde tanıtılarak bu tür dönüşümleri çok seven Türk okuyucusu karşısında tek kelime ile popülizm yapılmış.
Kitabın ingilizce'den çevirisini Ruşen Çakır yapmış. Peygamberin Hırkası büyük oranda başarılı bir çeviri olmuş. Cümle düşüklüklerine özellikle kitabın başında rastlanıyor. Uzun cümlelerde Ruşen Çakır'ın fiil ve özne uyumuna dikkat etmediği de olmuş. Cümle içindeki kelime sıralamalarında ise bazen hatalar yapılmış. Ruşen Çakır Türkçeye oldukça sadık kalmış. Bu sadakatle öz türkçe kelimeleri kullanmaya gayret etmiş. Bu takdir edilesi bir davranış olsa da bazen cümlelerini anlaşılmaz kılmış. Mesela 'bengi' ne anlama geliyor? Veya 'utku'? veya 'biçem'?
Ruşen Çakır genelde farsça kelimeleri Türkçe okunuşlarıyla aktarmış. Yoksa 'merca' gibi bir kelimeye Türkçe'de rastlanmaz. Öte yandan Ruşen Çakır'ın neden ısrarla Farsça 'çador' kelimesini 'çadır' diye çevirdiğini anlamadım. 'Çador' Türkçe'ye doğrudan kara çarşaf olarak çevrilebilirdi. Veya diğer farsça kelimelere yapıldığı gibi çador olarak geçerdi. Bambaşka bir şey olan çadır'da ısrar edilmesinin sebebini anlayamadım.
Netice olarak, Roy Mottahedeh'in Peygamberin Hırkası alanında Türkiye'de yayınlanmış ender çalışmalardan birisi. Oldukça akıcı güzel bir kitap. İran'da dinin, dini kurumların ve din adamlarının tarihsel rollerini anlamak için mutlaka okunmalı.
19. yüzyılın sonu ve başında Kaçar hanedanına karşı toplumsal tepkinin yükselişi, 1905 Anayasa devriminin gelişimi ve başarısızlığı, 1979 İran devriminin oluşum ve başarıya ulaşım süreci, Dr. Musaddık'da belirginleşen İran milliyetçiliğinin yükselişi ve başarısızlığı... ve daha bir çok tarihsel öneme haiz olayda Şii din öğretisi, din adamları ve kurumlarının rolü olmuştur.
Roy Mottahedeh'in Peygamberin Hırkası, en basit tabirle, Şiilik ve Şii din kurumlarına dair herşey üzerine bir kitap. Abartısız... Roy Mottahedeh 400 sayfalık kitabında Şiilik tasavvuf ilişkisinden tutun, Şii din adamlarının hiyerarşık yapısının ortaya çıkışına kadar akla gelebilecek her önemli konuya değinmiş bu kitapta... Doğal olarak bu konu genişliği ile ters orantılı olarak her konu görece yüzeysel olarak ele alınmış.
Yine de Roy Muttahedeh hepsini büyük bir etkinlikle basitleştirip açıklayabilmiş. Bu zaten büyüklüğün şiarı değil midir? Roy Mottahedeh'i büyük yapan diğer bir özellik ise kitabı ansiklopedik niteliğine rağmen zevkli kılabilmiş olması. Birbiri ile ortak paydası sadece Şiilik olan onlarca kişi ve konu ortak bir hikayenin parçası olarak karşımıza çıkıyor bu kitapta...
Roy Mottahedeh kitabını gerçek ismini bilmediğimiz İranlı bir mollanın hayat hikayesi üzerine kuruyor. Mollanın kitaptaki adı Ali Haşimi... Roy Mottahedeh neden bu ismi mollasına taktığını açıklamıyor. Ali Haşimi bir molla olabilmek için her türlü imtiyazla doğmuş bir molla. Seyyid bir aileden geliyor... İran medreselerinin başkenti Kum'da doğar. Babası herkesin saydığı ve sevdiği bir medrese hocası. Abisi ve babası kanalıyla Kum'da Ruhullah Humeyni'ninde ders verdiği Fevziye medresesinde dini eğitimine başlıyor.
O kadar imtiyazlı bir molla ki, yüksek din eğitimi için Şii dünyasının en önemli dini merkezi Necef'teki medreselere devam ediyor. Orada Humeyni'nin öğrencisi oluyor. Döndüğünde verdiği bir vaazdan ötürü hapse atılıyor. Hapse atıldıktan sonra siyasetten soğuyor ve Tahran Üniversitesi'nin İlahiyat Fakültesine devam ediyor. 1979 devrimi ve ertesinde yaşadığı hayal kırıklığı ile kitap sona eriyor.
Roy Mottahedeh bu hayat hikayesini 400 sayfalık kitabına bölüm bölüm yayarak anlatıyor. Her bir bölüm Ali Haşimi'nin hayatının değişik bir dönemine ayrılmış. O bölümle alakalı hayat hikayesinin ana öğesi Roy Mottahedeh için Şiilikle alakalı konuya bir giriş olmuş. Mesela Ali Haşimi'nin medreseye başlaması Şii medrese eğitimine girişe vesile olmuş. Aynı şekilde Ali Haşimi'nin devlet okulundaki öğrencilik yıllarından İran'da devlet destekli eğitim konusuna geçiliyor.
Medreseye devam ederken Ali Haşimi'nin tasavvufla tanışması Şiilik ve tasavvuf ilişkisi tartışmasına yol açıyor. Bu konuların soyut olması aldatmasın. Roy Mottahedeh her konuyu o konuda akla gelen en önemli ismin hayatı hikayesi ile birlikte anlatıyor. Dolayısıyla konu ete kemiğe bürünüp karşımıza çıkıyor. Mesela medrese eğitiminde İbn Sina, şiilik ve tasavvuf ilişkisinde Sühreverdi, İran'da devlet eğitim sisteminde İsa Sadık tartışılmış. Kitapta İran tarihinin en önemli şahsiyetleri kendine yer bulmuş: Dr. Musaddık, Celal al-Ahmet, Ali Şeriatı (diğerlerine göre çok daha az yer almış), Ruhullah Humeyni, akla gelen isimlerden sadece bir kaçı.
Kitabın ele aldığı konuların çeşitliliği kitabın bütününü amaç noktasında oldukça zayıf kılıyor. İran tarihinde din ve din adamlarının rolüne ilişkin giriş niteliğini aşamıyor kitap. Meraklısı için bu konuda daha kapsamlı kitaplar yayınlandı. Örneğin, Moojan Momen'in türkçeye çevrilip çevrilmediğini bilmediğim 'Introduction to Shia Islam' kitabı kanaatimce çok daha iyi bir giriş kitabı. Türkçe'de daha din ağırlıklı Mazlum Uyar'ın 'Şii Ulemasının Otoritesinin Temelleri' kitabı da Peygamberin Hırkası ile birlikte, onu tamamlamak için okunabilir. Roy Mottahedeh'in farkı aynı konuları daha akıcı kılabilmiş olması.
Peygamberin Hırkası cevapladığı sorulardan daha çok okuyucunın zihninde ortaya çıkardığı sorular içinde okunmalı. Keşke Roy Mottahedeh bu soruların peşinden gitmiş olsaydı. En heyecan verici sorular ise Ali Haşimi ile alakalı. Mesela Kum'da oldukça saygın bir konumda iken neden Tahran Üniversite'sine devam etmeye karar vermiş. Hapishane deneyiminin onu çok korkuttuğunu ve siyasetten ürküttüğünü öğreniyoruz. Fakat bu Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesine girmek için yeterli bir açıklama değil.
20. yüzyılda mollaların üniversite derecesi, hatta doktora yaptıklarını işitmiştim. Mesela, iddiaya göre Humeyni felsefeden doktoralı ve Aristo mantığının Kur'an tefsirine uygulanması üzerine bir tez yazmış. Ne derece doğru bilmiyorum. Şah dönemi İran'daki molların karşı karşıya kaldıkları fırsatların anlaşılması için bu soru keşke cevaplandırılmış olsaydı. Peşinden gidilebilecek daha önemli soru ise İran'da 1979 sonrası mollalar arasında doğan ayrılık... Bu tespit Ali Haşimi'nin devrim sonrası yaşadığı hayal kırıklığının tartışıldığı kitabın sonsözünde giderayak yapılmış. Keşke Ali Haşimi örneğinden yola çıkarak bu ayrılığın temelleri tartışılsaydı.
Kitabın arka sayfasındaki tanıtımda düzeltilmesi gereken bir bilgi var. Kitabın ana karakteri Ali Haşimi'nin laik eğitime merak salıp molla çevresinden ayrıldığı iddia ediliyor. Yukarıda değindiğim gibi mollalar arasında seküler eğitim yapanlara rastlanıyor. Ali Haşimi Tahran Üniversitesi'nde eğitim görmesi o açıdan bir istisna değil. Laik eğitime merak salıp molla çevresinden ayrılması ise söz konusu değil.Bilakis kitabın sonunda devrim sonrasında da Ali'nin medreselerde ders vermeye devam ettiğini öğreniyoruz. Kitabın ana karakteri bu şekilde tanıtılarak bu tür dönüşümleri çok seven Türk okuyucusu karşısında tek kelime ile popülizm yapılmış.
Kitabın ingilizce'den çevirisini Ruşen Çakır yapmış. Peygamberin Hırkası büyük oranda başarılı bir çeviri olmuş. Cümle düşüklüklerine özellikle kitabın başında rastlanıyor. Uzun cümlelerde Ruşen Çakır'ın fiil ve özne uyumuna dikkat etmediği de olmuş. Cümle içindeki kelime sıralamalarında ise bazen hatalar yapılmış. Ruşen Çakır Türkçeye oldukça sadık kalmış. Bu sadakatle öz türkçe kelimeleri kullanmaya gayret etmiş. Bu takdir edilesi bir davranış olsa da bazen cümlelerini anlaşılmaz kılmış. Mesela 'bengi' ne anlama geliyor? Veya 'utku'? veya 'biçem'?
Ruşen Çakır genelde farsça kelimeleri Türkçe okunuşlarıyla aktarmış. Yoksa 'merca' gibi bir kelimeye Türkçe'de rastlanmaz. Öte yandan Ruşen Çakır'ın neden ısrarla Farsça 'çador' kelimesini 'çadır' diye çevirdiğini anlamadım. 'Çador' Türkçe'ye doğrudan kara çarşaf olarak çevrilebilirdi. Veya diğer farsça kelimelere yapıldığı gibi çador olarak geçerdi. Bambaşka bir şey olan çadır'da ısrar edilmesinin sebebini anlayamadım.
Netice olarak, Roy Mottahedeh'in Peygamberin Hırkası alanında Türkiye'de yayınlanmış ender çalışmalardan birisi. Oldukça akıcı güzel bir kitap. İran'da dinin, dini kurumların ve din adamlarının tarihsel rollerini anlamak için mutlaka okunmalı.
Soner Yalçın, Efendi 2: Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı, Doğan Kitap, 2006
Son iki yüzyılın tarihi Batı merkezli kapitalist ekonominin dünyanın diğer ekonomilerini yutup, kendi eksenine sokmasının tarihidir. Bu süreç oldukça sancılı bir süreçtir. Yerel ekonomiler çöker, bireyin etrafında binlerce yılda örülen geleneksel güvenlik ağları yırtılıp atılır, insanın iş gücü alınıp satılan bir meta haline gelir... Bu süreç ya zorla ya da rızayla hayata geçirildi. Zor kullanarak girdiği ülkelerde bile, Batı ile artan ticaretten faydalanan bir grup ortaya çıktı.
Batının üretici, çalışkan, girişimci burjuva tipinden oldukça uzaktı bu grubun mensupları... Batı ürünleri ile yerel tüketiciler arasındaki dil engelini çözmek ve yerel piyasaları bilmek belki de tek hünerleriydi. Ortadoğu'da, bilebildiğim kadarıyla İran hariç, hemen hemen her ülkede bu sınıfı gayri Müslimler oluşturdu. Ya rum ya da ermeni ya da levanten... Ortak dini paylaşmaları, Batı'nın önemli ticari merkezlerinde akrabalık bağlantıları, ve yabancı dil bilgileri gayri müslim cemaatleri Batı ile ortadoğu islam dünyası arasındaki doğal aracılar haline getirdi.
Osmanlı'nın yabancı tüccarlara tanıdığı kapitülasyon hakları Osmanlı'da yaşayan gayri müslimleri yabancı ülke vatandaşlığına geçişe teşvik etti. Osmanlı bu geçişi durdurmak için hukuki reformlar yaptı, fakat bir işe yaramadı. Rum ve Ermeni tüccarların her sorunlarında Rus, İngiltere ve Fransa gibi ülkeleri Osmanlının iç işlerine müdahele ettirmekte sakınca görmediler.
Doğal olarak yüzyıla yayılan bu süreçte devleti yönetenlerde bu gruplara karşı gittikçe artan kuşku ve nefret oluştu. 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyılın başında Osmanlı topraklarında bu iki gruba yöneltilen şiddetin kaynağında bu tarihsel deneyim vardır. Yeni Cumhuriyet kurulduğunda bu iki gruptan büyük ölçüde kurtulunmuştu. Hem savaş yıllarının şiddeti hem de savaş sonrası nufus mübadeleleri rum ve ermeni nufusunu toplam nufus içindeki payını yüzde 25'lerden yüzde 2'lere düşürdü. Cumhuriyet Türkiye'sinde, boşalan burjuva konumunu devlet eliyle zenginleştirilmiş Müslüman sınıf doldurdu.
Buraya kadar anlattıklarım değerli sosyolog ve iktisat tarihçilerimizin, mesela Çağlar Keyder'in 'Türkiye'de Sınıf ve Devlet'ında, Türkiye'nin Batı merkezli kapitalist düzene entegre oluşuna ilişkin bulgularının çok basit bir özetidir.
Türkiye'nin kapitalist ekonomiye eklemlenmesi sürecinde dini grupların oynadığı rol ise hemen hemen tamamen gözardı edilmiştir. Göz ardı etmeyenler ise dini grupların rolünü daha çok engelleyici olarak görmüştür. Sabri Ülgener Hoca'nın 'İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri' isimli enfes çalışması bu konudaki standart iddiayı tartışır.
Soner Yalçın'ın Efendi 2'si dini grupların bu eklemlenme sürecinde hiçte engelleyici bir rol oynamadığına dair önemli örnekler sunuyor. Benzer bir iki örneği Soner Yalçın 'Siz Kimi Kandırıyorsunuz?' isimli kitabında da tartışıyor. Bu örnekler daha iyi tartışılsaydı şimdiye kadar kabul ettiğimiz standart iddiayı oldukça zora sokacak bir tartışma ortaya çıkmış olurdu. Fakat bu yapılmamış.
Soner Yalçın ilk kitabının izini bir adım daha ileri götürüyor bu kitapta. Aslında ilk kitabın doğal bir uzantısı bu. Sabataycılık siyasi-ekonomik hayatımızda ilk kitabın iddia ettiği gibi hakim bir gerçekse hangi toplumsal kanallarla varlığını sürdürmüştür? Efendi 2'nin bu soruya cevabı oldukça sansasyonel: tarikatler. Dolayısıyla Beyaz Müslümanların büyük sırrı açığa çıkmış oluyor. Hepsi sabataycı.
Bu çıkarımla Soner Yalçın dini gruplar ve kapitalism arasındaki ilişkiye dair muhtemel sapmasını gerçekleştiremeden gerisin geriye dönüp klasik iddiaya ek kuvvet vermiş oluyor. Bir anlık acaba duygumuzu kapitalizme eklemlenmede rol oynayan dini yapılanmaların sabataycı olduğunu öğrenerek bir kez daha bu müslümanlardan zaten birşey olmazdı sonucuna erişiyoruz.
Efendi 1'de Soner Yalçın'ın herhangi bir kimseyi sabataycı yapan özelliklere ilişkin varsayımları olduğunu belirtmiştim. Efendi 2'de bu varsayımlardan özellikle Bülbülderesi ile alakalı olanı tekrar kullanıyor. Ama bu varsayım sadece bir tarikatin tartışmasında önplana çıkıyor. Sabataycı bilinen veya yahudi aydınlanmasının aracı okullarında okumak veya ibranice biliyor olmak yeni varsayımlar.
Daha genel olarak, tarikatlar ve sabataycılık ilişkisini gösterebilmek için Soner Yalçın özellikle iki stratejiye dayanıyor. Birinci strateji İslam'daki tasavvufi anlayışla, dolayısıyla tarikatların İslam anlayışıyla, sabataycı-Yahudi düşünce arasındaki akranlığı vurgulamak. İkinci strateji ise tarikatlardeki heteredoks pratikleri vurgulamak. Birinci strateji uzun uzun tartışmalarla desteklenmiş. İkinci stratejide ise anekdotlar kullanılmış.
Bu stratejilerin ikiside oldukça problemli. Soner Yalçın kendisini sabataycılık ve tarikatlere o kadar yoğunlaştırmış ki benzer ilişkilerin yaygınlığının farkında bile değil. Daha fazla din tarihi okuması yapmakla bu iki stratejinin ne kadar problem dolu olduğunu kendiside görebilirdi. Öncelikle kültürel aktarım ve etkileşim konuları kültür çalışmalarının çok önemli konuları. Hiçbir kültür tarihsel olarak tek başına bir fanus içinde gelişmemiş. Kültürler ve medeniyetler arası alışveriş o kadar fazla ki... O açıdan İslami tasavvufi anlayışla sabataycı-yahudi düşünce arasında benzerliklerin olması oldukça normal.
Benzer şekilde İslam öncesi İran'da güçlü bir akım olan manici düşünce aslen hind düşüncesinden İran'a aktarılmıştır. İslam'da, özellikle Şii düşüncede varlığını devam ettirmiştir. İslam, yahudilik, hristiyanlık veya manicilik arasındaki düşünce alışverişleri aslında hiç şaşırtıcı olmaması gerekir zira İslam'ın yayıldığı topraklarda bu dinler hakimdi. İslam fıkhı ve kelamı bu dinlerin yükselttiği sorularla oluşmuş ve şekillenmiştir. Benzer şekilde Yunan felsefesi de aynı topraklarda oldukça sistemleştirilmiş bir haldeydi. Bu felsefenin metodları adı geçen dinlerin hemen hemen hepsini etkilemiştir.
Aynı şekilde günümüz kriterlerine göre heteredoks pratiklerin tarikatlerde olması hiçbir şeyi göstermez. Bilakis tarikatler bu tür pratiklerin toleransla karşılandığı yapılar olagelmiştir. Zaten bu tolerans tarikatlerin İslam'ın yayılmasında öncülüğüne katkıda bulunmuştur. Yoksa çok katı bir İslami anlayışı müslümanlığı yeni yeni kabul eden topluluklara kabul ettirmek pek mümkün olmazdı.
Türklerin ilk müslümanlığa geçişinden tutun, balkanlardaki müslümanlaşmaya, Afrika ve Hindistan'daki müslümanlaşmaya kadar, bütün bu örneklerde gözlemlenen süreç budur. Tarikatler yerel nufüsların eski dini pratiklerini kendi bünyelerinde islamileştirirken aynı zamanda kitabi islami anlayışın hayır diyeceği bir çok uygulamaya da cevaz veriyordu. Dolayısıyla Soner Yalçın'ın gizli gizli çağrıştırdığı gibi, islamın cevaz vermediği uygulamaların tarikatlerde gözlemlenmesi o tarikat mensuplarını müslümanlıktan çıkarmaz. Veya zaten bunlar müslüman değil sabataycı idi sonucunu desteklemez.
Soner Yalçın'ın üslübüna Efendi 1'in tahlilinde belirttiğimin ötesinde yeni bir şey eklemek gereksiz. Türkçe kelimelere sadakati takdir edilesi. Konudan konuya atlaması, gereksiz bilgileri dipnotlara atmaması, sunduğu bilgilerin kaynağına ilişkin kaynak göstermemesi halen daha ciddi bir sorunlar olarak duruyor.
Soner Yalçın'ın bilgisinin genişliği karşısında hayran olmak, kuramsal acıdan biraz hayal kırıklığına uğratsa da, için Efendi 2 okunası bir kitap.
Batının üretici, çalışkan, girişimci burjuva tipinden oldukça uzaktı bu grubun mensupları... Batı ürünleri ile yerel tüketiciler arasındaki dil engelini çözmek ve yerel piyasaları bilmek belki de tek hünerleriydi. Ortadoğu'da, bilebildiğim kadarıyla İran hariç, hemen hemen her ülkede bu sınıfı gayri Müslimler oluşturdu. Ya rum ya da ermeni ya da levanten... Ortak dini paylaşmaları, Batı'nın önemli ticari merkezlerinde akrabalık bağlantıları, ve yabancı dil bilgileri gayri müslim cemaatleri Batı ile ortadoğu islam dünyası arasındaki doğal aracılar haline getirdi.
Osmanlı'nın yabancı tüccarlara tanıdığı kapitülasyon hakları Osmanlı'da yaşayan gayri müslimleri yabancı ülke vatandaşlığına geçişe teşvik etti. Osmanlı bu geçişi durdurmak için hukuki reformlar yaptı, fakat bir işe yaramadı. Rum ve Ermeni tüccarların her sorunlarında Rus, İngiltere ve Fransa gibi ülkeleri Osmanlının iç işlerine müdahele ettirmekte sakınca görmediler.
Doğal olarak yüzyıla yayılan bu süreçte devleti yönetenlerde bu gruplara karşı gittikçe artan kuşku ve nefret oluştu. 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyılın başında Osmanlı topraklarında bu iki gruba yöneltilen şiddetin kaynağında bu tarihsel deneyim vardır. Yeni Cumhuriyet kurulduğunda bu iki gruptan büyük ölçüde kurtulunmuştu. Hem savaş yıllarının şiddeti hem de savaş sonrası nufus mübadeleleri rum ve ermeni nufusunu toplam nufus içindeki payını yüzde 25'lerden yüzde 2'lere düşürdü. Cumhuriyet Türkiye'sinde, boşalan burjuva konumunu devlet eliyle zenginleştirilmiş Müslüman sınıf doldurdu.
Buraya kadar anlattıklarım değerli sosyolog ve iktisat tarihçilerimizin, mesela Çağlar Keyder'in 'Türkiye'de Sınıf ve Devlet'ında, Türkiye'nin Batı merkezli kapitalist düzene entegre oluşuna ilişkin bulgularının çok basit bir özetidir.
Türkiye'nin kapitalist ekonomiye eklemlenmesi sürecinde dini grupların oynadığı rol ise hemen hemen tamamen gözardı edilmiştir. Göz ardı etmeyenler ise dini grupların rolünü daha çok engelleyici olarak görmüştür. Sabri Ülgener Hoca'nın 'İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri' isimli enfes çalışması bu konudaki standart iddiayı tartışır.
Soner Yalçın'ın Efendi 2'si dini grupların bu eklemlenme sürecinde hiçte engelleyici bir rol oynamadığına dair önemli örnekler sunuyor. Benzer bir iki örneği Soner Yalçın 'Siz Kimi Kandırıyorsunuz?' isimli kitabında da tartışıyor. Bu örnekler daha iyi tartışılsaydı şimdiye kadar kabul ettiğimiz standart iddiayı oldukça zora sokacak bir tartışma ortaya çıkmış olurdu. Fakat bu yapılmamış.
Soner Yalçın ilk kitabının izini bir adım daha ileri götürüyor bu kitapta. Aslında ilk kitabın doğal bir uzantısı bu. Sabataycılık siyasi-ekonomik hayatımızda ilk kitabın iddia ettiği gibi hakim bir gerçekse hangi toplumsal kanallarla varlığını sürdürmüştür? Efendi 2'nin bu soruya cevabı oldukça sansasyonel: tarikatler. Dolayısıyla Beyaz Müslümanların büyük sırrı açığa çıkmış oluyor. Hepsi sabataycı.
Bu çıkarımla Soner Yalçın dini gruplar ve kapitalism arasındaki ilişkiye dair muhtemel sapmasını gerçekleştiremeden gerisin geriye dönüp klasik iddiaya ek kuvvet vermiş oluyor. Bir anlık acaba duygumuzu kapitalizme eklemlenmede rol oynayan dini yapılanmaların sabataycı olduğunu öğrenerek bir kez daha bu müslümanlardan zaten birşey olmazdı sonucuna erişiyoruz.
Efendi 1'de Soner Yalçın'ın herhangi bir kimseyi sabataycı yapan özelliklere ilişkin varsayımları olduğunu belirtmiştim. Efendi 2'de bu varsayımlardan özellikle Bülbülderesi ile alakalı olanı tekrar kullanıyor. Ama bu varsayım sadece bir tarikatin tartışmasında önplana çıkıyor. Sabataycı bilinen veya yahudi aydınlanmasının aracı okullarında okumak veya ibranice biliyor olmak yeni varsayımlar.
Daha genel olarak, tarikatlar ve sabataycılık ilişkisini gösterebilmek için Soner Yalçın özellikle iki stratejiye dayanıyor. Birinci strateji İslam'daki tasavvufi anlayışla, dolayısıyla tarikatların İslam anlayışıyla, sabataycı-Yahudi düşünce arasındaki akranlığı vurgulamak. İkinci strateji ise tarikatlardeki heteredoks pratikleri vurgulamak. Birinci strateji uzun uzun tartışmalarla desteklenmiş. İkinci stratejide ise anekdotlar kullanılmış.
Bu stratejilerin ikiside oldukça problemli. Soner Yalçın kendisini sabataycılık ve tarikatlere o kadar yoğunlaştırmış ki benzer ilişkilerin yaygınlığının farkında bile değil. Daha fazla din tarihi okuması yapmakla bu iki stratejinin ne kadar problem dolu olduğunu kendiside görebilirdi. Öncelikle kültürel aktarım ve etkileşim konuları kültür çalışmalarının çok önemli konuları. Hiçbir kültür tarihsel olarak tek başına bir fanus içinde gelişmemiş. Kültürler ve medeniyetler arası alışveriş o kadar fazla ki... O açıdan İslami tasavvufi anlayışla sabataycı-yahudi düşünce arasında benzerliklerin olması oldukça normal.
Benzer şekilde İslam öncesi İran'da güçlü bir akım olan manici düşünce aslen hind düşüncesinden İran'a aktarılmıştır. İslam'da, özellikle Şii düşüncede varlığını devam ettirmiştir. İslam, yahudilik, hristiyanlık veya manicilik arasındaki düşünce alışverişleri aslında hiç şaşırtıcı olmaması gerekir zira İslam'ın yayıldığı topraklarda bu dinler hakimdi. İslam fıkhı ve kelamı bu dinlerin yükselttiği sorularla oluşmuş ve şekillenmiştir. Benzer şekilde Yunan felsefesi de aynı topraklarda oldukça sistemleştirilmiş bir haldeydi. Bu felsefenin metodları adı geçen dinlerin hemen hemen hepsini etkilemiştir.
Aynı şekilde günümüz kriterlerine göre heteredoks pratiklerin tarikatlerde olması hiçbir şeyi göstermez. Bilakis tarikatler bu tür pratiklerin toleransla karşılandığı yapılar olagelmiştir. Zaten bu tolerans tarikatlerin İslam'ın yayılmasında öncülüğüne katkıda bulunmuştur. Yoksa çok katı bir İslami anlayışı müslümanlığı yeni yeni kabul eden topluluklara kabul ettirmek pek mümkün olmazdı.
Türklerin ilk müslümanlığa geçişinden tutun, balkanlardaki müslümanlaşmaya, Afrika ve Hindistan'daki müslümanlaşmaya kadar, bütün bu örneklerde gözlemlenen süreç budur. Tarikatler yerel nufüsların eski dini pratiklerini kendi bünyelerinde islamileştirirken aynı zamanda kitabi islami anlayışın hayır diyeceği bir çok uygulamaya da cevaz veriyordu. Dolayısıyla Soner Yalçın'ın gizli gizli çağrıştırdığı gibi, islamın cevaz vermediği uygulamaların tarikatlerde gözlemlenmesi o tarikat mensuplarını müslümanlıktan çıkarmaz. Veya zaten bunlar müslüman değil sabataycı idi sonucunu desteklemez.
Soner Yalçın'ın üslübüna Efendi 1'in tahlilinde belirttiğimin ötesinde yeni bir şey eklemek gereksiz. Türkçe kelimelere sadakati takdir edilesi. Konudan konuya atlaması, gereksiz bilgileri dipnotlara atmaması, sunduğu bilgilerin kaynağına ilişkin kaynak göstermemesi halen daha ciddi bir sorunlar olarak duruyor.
Soner Yalçın'ın bilgisinin genişliği karşısında hayran olmak, kuramsal acıdan biraz hayal kırıklığına uğratsa da, için Efendi 2 okunası bir kitap.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)