Bir Kitap ve Düşündürdükleri
İlk önce düşündürdükleri...
Hatırlayalım. Davutoğlu’nun Türkiye’nin dış politikası için belirlediği prensipler şunlardı:
Komşularla sıfır sorun, güvenlik ve özgürlük arasındaki denge, komşularla sıfır sorun, çok boyutlu bir dış politika, pro-aktif bir bölgesel politika, yepyeni bir diplomatik tarz ve ritmik diplomasi…
Bunlara kim itiraz edebilirdi ki? Başarılıp başarılamayacağına dair burun kıvrılabilirdi belki. Ama ortaya konan hedefler arzulanır hedeflerdi. O hedefleri hayata geçirmek için çabalayarak ne kaybedilebilirdi ki...
Belki bu yüzden olsa gerek AKP dönemi Türkiye’nin dış politikasını ve o politikanın entellektüel mimarı Ahmet Davutoğlu’nu uzun süre eleştiren çıkmadı. 2011 yılının Haziran ayında Ankara’da iki farklı akademik ortamda buna cüret etmiş, bulunduğum ortamdaki iki profesörümüz tarafından haddim bildirilmişti, ki bu ortamlardan bir tanesi AKPli bir yazarın daha sonra yıkalım diyeceği ODTÜ idi.
Sonraları Türkiye’deki bu Davutoğlucu atmosfer çok değişti. Özellikle Türkiye’nin Arap Baharı ile Suriye’ye yönelik politikasının değişmesi ile birlikte… 2012 yılında Davutoğlu’na yönelik iki gensoru verildi mesela. Mayıs ayında verilen gensoru Davutoğlu’na ateş püskürüyordu. Davutoğlu “ilkesiz, tutarsız ve hayalci” olmakla, Türkiye’nin “güvenliğini tehlikeye” atmak ve “çıkarlarına zarar” vermekle suçlanıyordu.
Bugün ise gelinen nokta ortada... Erdoğan’ın bile kabul ettiği bir yalnızlık içinde Türkiye... Bu yalnızlığı ‘değerli’ olarak nitelemek ise ucuz bir demagoji o kadar...
Bu neticeden Davutoğlu tek başına ne kadar sorumlu? Ayrı bir mesele… Erdoğan’ın müdaheleleri göz ardı edilebilir mi? Özellikle Mısır ile kopan ilişkilerin tek sorumlusu belki de o… Suriye politikasına ise Davutoğlu kadar Hakan Fidan da müdahil oldu. Bu üçlünün her yaptığını her söylediğini allayıp pullayıp kamuoyu oluşturan yazarı çizeri ile AKP medyası ve akademisi de o kadar masum değil…
Davutoğlu başta söz konusu kadronun bu süreçte yaptığı en büyük hata, USAK’ın Analist dergisinde 2012 Eylül ayında yayınlanan bir başka yorum-yazımda belirttiğim gibi, “olduğundan daha güçlü bir Türkiye söylemini tutturmalarıydı. Bu çok güçlü Türkiye söylemi hem Arap dünyasında hem de Türkiye’de yüksek beklentiler oluşturdu. Haliyle, Türkiye’de bu beklentileri karşılayamadı.”
Halbuki, Arap baharını kendi lehine etkilemeye çalışan ülkelerin arasında Türkiye sert (hard) ve yumuşak (soft) güç anlamında en zayıfıydı. Yine yazıdan alıntılarsam,
“Türkiye’nin caydırıcı bir askeri gücü olsa da, ABD veya İsrail gibi, cezalandırıcı bir askeri gücü bulunmuyor. Türkiye kuşkusuz diğer Arap ülkelerinden daha disiplinli ve güçlü bir orduya sahip, fakat Clausewitz’in anlayışıyla, bu ordu “etkin bir dış politika aracı” olacak kadar güçlü değil.”
Davutoğlu’nun dilinden düşürmediği yumuşak güç kaynakları açısından da Türkiye oldukça zayıftı. Mesela Türkiye’nin Suudi Arabistan, hatta Katar kadar süreci etkilemeye yetecek, sonucu belli olmayan bir kumarda kaybedecek parası yoktu. Yine yazıdan alıntılarsam,
“Bırakın ciddi bir istihbarat akışını, Arap dünyasından Ankara’ya büyükelçilik ve konsolosluk kanallarıyla bile güvenilir analiz ve bilgi akışı olduğundan kuşku duymak için yeterince “tecrübe biriktirmiş” durumdayız. Suudi Arabistan’ı bir tarafa bırakalım. Türkiye’nin dış politikayı etkilemek için çok daha küçük bir ülke olan Katar kadar bile maddi kaynağı bulunmuyor. Türkiye’nin bırakın yedi kıtayı, Arap dünyasından bile düzenli takip edilen, el Arabiye, el Cezire veya CNN ile rekabet edecek tek bir uluslararası kanalı mevcut değil. Türkiye dizileri ve firmaları ile Ortadoğu’da varlığını hissettirse de, eğitim ve fikir üretimi alanında varlığı hemen hemen yok mesabesinde.
Belki de en acısı, Türkiye, Arap dünyasından bir şey talep etme durumunda bir ülke, kendisinden bir şeylerin talep edildiği bir aktör konumunda değil. Örneğin Arap ülkelerinin piyasalarını Türk firmalarına açma ve sermayelerini Türkiye’ye getirmesi amacıyla aktif bir dış politika takip ediliyor ki Başbakan Erdoğan da bunu defalarca dile getirdi.”
“Kısacası, Türkiye’nin Arap baharını etkileyecek ne askeri, ne siyasi, ne ekonomik ne de kültürel gücü vardı. En azından rakiplerine kıyasla oldukça zayıftı...”
Bu zaafiyetler giderilmeden de Türkiye’nin Ortadoğu’da sonucu etkileyecek bir siyaset takip etmesi hemen hemen imkansızdı. Avam bir tabirle ifade edersek, şaha kalkan eşek misali, sırtı üstüne düştü Türkiye...
Diğer bir deyişle, Davutoğlu aleyhine verilen gensoruda dendiği gibi, Arap Baharı ile başlayan süreçte Türkiye’nin takip ettiği dış politika fazlasıyla ‘hayalci’ idi.
Esas soru şu... Davutoğlu ve AKP’nin dış politika yapımına bir şekilde katkı sağlayan ve ölümüne o politikayı savunan akademik-yazar kadro... nasıl olur da bu kadar hayalci olabilirdi?
Şimdi Kitap...
Ümit Kıvanç’ın Pan-İslamcının Macera Kılavuzu isimli kitabı işte bu hayalciliğin kapsamlı bir resmini çiziyor. Kıvanç bunu söz konusu kadronun tartışmasız en parlak ismi Ahmet Davutoğlu üzerinden ve onun ilk baskısı 2001 yılında yayınlanan Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu isimli kitabı üzerinden yapıyor.
Evet acı ama gerçek. Davutoğlu’na 2000li yıllar boyunca methiyeler düzülmeden evvel, bu kitap dikkatlice okunsa idi, Türkiye’nin dış politikasının hayalperestlere emanet edildiği görülecekmiş meğer.
Pan-İslamcının Macera Kılavuzu Giriş ve Sonuç bölümleri dahil 13 bölümden oluşuyor. Stratejik Derinlik’in farklı yönlerinin ele alındığı bu bölümlerde, Ümit Kıvanç Stratejik Derinlik’i deyim yerinde ise lime lime ediyor ve kitabın yazarının kafa yapısından ruh dünyasına detaylı bir anatomisini çıkarıyor. Ne Davutoğlu’nun üslübu ne de kendini gördüğü dev aynası ne de çelişkileri Kıvanç’ın analizinden ve bazen alaycılığa varan eleştilerinden kaçabiliyor. Bu haliyle Pan-İslamcının Macera Kılavuzu Türk edebiyatının en iğneleyici, en eleştirel kitabı olmaya aday...
Kıvanç’ın kitabın tamamının tanıtımını bir yazıya sığdırmam mümkün değil. Ama bahsettiğim ‘hayalcilik’ marazının Stratejik Derinlik’teki haline değinmek istiyorum.
Kıvanç’ın tasviriyle, Davutoğlu’na göre uluslararası siyasette Türkiye hakettiği konumda değil. Halbuki Türkiye’nin iki hazinesi var. Bunlar coğrafi konumu ve tarihi... Cumhuriyet dönemi boyunca siyasal elitler, kimliksizliklerinden ötürü, bu potansiyelin farkında değillerdi. Türkiye’nin ihtiyacı olan bu kimliksizlik sorununun üstesinden gelecek, yeni bir liderlik, yeni bir stratejik akıl... Bu yeni liderlik Türkiye’nin söz konusu hazinelerinin farkına varacak, kendine güvenecek, ve stratejik bir vizyonla Türkiye’yi layık olduğu konuma götürecek. Davutoğlu’nun iddiası ve okuyucusunu ikna etmeye çalıştığı bu...
Bunda sorun ne diyen çıkabilir. Görünüşte cidden masum. Ama ciddi bir sorun var. O da şu... Davutoğlu için, Türkiye’nin askeri ve ekonomik gücünün, bilim ve teknolojiye katkısının ne olduğunun gerçekten hiçbir önemi yok. Hatta tarih ve coğrafyanın, kültüründe bir önemi yok.
Zira bir devletin gerçek gücünü belirleyecek olan bütün bunları artıracak olan stratejik akıl... Stratejik aklın söz konusu veriler üzerinde, ekonomiden apartma bir tabiri kullanıyor Davutoğlu, çarpan etkisi var. Yani, uygun stratejik akıl ile bir(1) bin (1000) olur. Stratejik akıl yok ise, 1000’in hükmü 1 kadardır.
Peki Türkiye’de böyle bir stratejik akıl var mı? Kıvanç, söz konusu stratejik aklı tarif ettiği yerlerde Davutoğlu’nun kendini kastettiğini söylüyor. Bana da öyle gelmişti.
Ümit Kıvanç bu akıl yürütmenin tamamına eleştiri ve kuşku ile yaklaşıyor. Stratejik Derinlik, Kıvanç’a göre, “bir sürü cafcaflı lakırdı” dan ibaret ve “yöntemsel ve mantıksal arızalar” ile malul bir kitap... Davutoğlu’nun yaptığı ise tam olarak hamaset... Yok hayır, tam olarak, “Hamaseti bilimsellik kisvesine büründürmek.” “Yapılan kabaca şu: Niyetleri örtmek, istekleri, tutkuları, duygu yüklü öznelliği nesnellik ambalajında sunmak. Hamaseti bilimsellik kisvesine büründürmek. Söylenen kısaca şu: İnandık mı kazanırız.” Davutoğlu ise, “Bilimadamı etiketli ajitatör, bir ideolog, yerine göre; vaiz...”
Kıvanç’ın Davutoğlu eleştirisi öylesine kapsamlı ki... belirttiğim gibi tamamını bir yazıya sığdırmam imkansız. Sadece Kıvanç’ın çok önemli bulduğum ve metoda dair bir eleştirisini not etmek istiyorum. Sözü Kıvanç’a bırakıyorum.
“Davutoğlu’nun yönteminde öyle bir genel sorun var ki, bunu barındıran bir metnin bilimselliği üzerine konuşmak mümkün müdür, tartışılır, hatta beyhude bir çaba olarak bile görülebilir. ‘Bilim insanı’ etiketli hemen bütün Türkçü, İslamcı, ikisinin sentezcisi vs. yazar ve düşünürlerde rastlanan bir araz, keyfilik...
Olguları, fikirleri, kurulan bağlantıları, çıkarsamaları... ideolojik saplantıların, siyasi tercihlerin, oluşmasını istedikleri manzaranın, çıkmasını istedikleri sonuçların hizmetine koşma, koşulamıyorsa ihmal etme.. Tarihten kök, sebep, başlangıç aşaması vs. aranırken, yüz sene atlanabiliyor, iki yüz sene hesaba katılmayabiliyor, bize gereken şey neredeyse, hop!, oraya uçulabiliyor, alakasız oluşumlar, süreçler, sonuçlar, birbirini destekler, hatta doğur-yaratır konumlara sokulup olmayan ilişkiler içerisinde sunulabiliyor. Birçok farklı, çelişik özelliği barındıran özneler, oluşumlar, bunlardan sadece biriyle nitelenip ona göre denklemlere sokulabiliyor. Olgular, özneler, süreçler, ideolojik amaçla onlara yüklediğimiz anlamları ve işlevleriyle varolup iş görüyor, onlara başkalarının yüklediği anlam ve işlevler yok sayılarak davranılıyor, bu durum gerçekliğe nesnel bir yaklaşımmış gibi, üstüne binalar kuruluyor.”
Aynen öyle... Davutoğlu haklı olarak Cumhuriyet elitlerini ve akademisini Ortadoğu’ya uzak kalmakla, ve bölgeyi bilmemekle suçladı. Ama kendisinin ve ekibinin de çok iyi bildiğini artık söylemek çok zor. Bilgi sandığı şey, aslında bölgeye ve insanına dair keskin inançları imiş.
Kitap Kılavuzu...
Bu Alemde Kılavuzunuz Karga Olmasın..
22 Mart 2015 Pazar
13 Mart 2014 Perşembe
Fırat Mollaer, Muhafazakarlığın İki Yüzü, İstanbul: Dergah Yayınları, 2009
AKP iktidarı yıkılıp gittiğinde arkasında, ahlaki çöküş başta, büyük hasar bırakacak kuşkusuz.. Ama, Türkiye’ye pozitif katkıları da oldu. Alıp götürdükleri yanında bunlar ne kadar değerli bilemem tabi. Bence bu katkılardan birisi, ‘Türkiye’de Muhafazakarlık’ konusunu akademik ve entellektüel tartışmaya sokması...
Malum, AKP siyasete atıldığında kendisini ‘muhafazakar demokrat’ parti olarak nitelemişti. Siyaset felsefesine çok da aşina olmayan benim gibiler ‘muhafazakarlığı’ ‘dindarlık’ olarak anladık. Halen daha doğru anladığımızı düşünüyorum. Zira aslında olan kendini hiçbir zaman dürüstçe ifade etmesine izin verilmeyen İslamcıların defalarca uyguladığı aynı taktiği bir kez daha hayata geçirmeleriydi. Toplumu veya birilerini kuşkuya sevkedecek davranış ve söylemlerden kaçınma... Dindar veya İslamcı diyemeyeceklerine göre...
Ama aynı kelime siyaset felsefesinde bir duruşu da ifade ediyordu. Bu duruşun adı da tam olarak ‘Muhafazakarlık’tı. AKP’nin siyasal duruşu işte bu siyasal felsefi duruşla ne kadar örtüşüyordu? Bu soruyu ilginç kılan tabi ki AKP’nin Türkiye’deki İslamcılık akımının içinde neşet etmesi idi. Diğer bir deyişle, asıl soru, İslamcılık-Muhafazakarlık ilişkisinin ne olduğu idi.
Aslında sorunun cevabından gayet emindik: Tanıl Bora’nın ifadesi ile, Türkiye’de İslamcılık ve Muhafazakarlık Türk Sağı’nın üç halinden ikisi idi. Üçüncüsü Milliyetçilik idi. Dolayısıyla, İslamcılık ile Muhafazakarlık birbirisi ile sıkı bağları vardı. Ama neydi o bağlar? Tanıl Bora kitabında bu soruyu irdelememişti. İslamcılık konusuna ayırdığı bölümde daha çok İslamcılık-Milliyetçilik ilişkisi üzerinde duruyordu (1). Bu tespit yol gösterici olsa da, İslamcılık ve Muhafazakarlık arasındaki ilişkinin içeriğine dair çok fazla birşey söylemiyordu.
İslamcılık ve Muhafazakarlık arasında olduğuna inandığımız, fakat mahiyetini tam olarak bilmediğimiz ilişki Yasin Aktay tarafından da o çok önemli makalesinde kabul edilecekti (2). Aktay’a göre bu ilişkinin olmasının en önemli sebebi Türkiye’deki devletin İslamcılık-karşıtı sert tutumu idi. Muhafazakarlık, Türkiye’de varolan düşmanca ortamda, İslamcılık’a kendini ifade edebileceği meşru bir dil vermişti.
Halbuki, ikili kökenleri itibariyle aslında bir araya gelemeyecek iki düşünce akımı olarak gelişmelilerdi, ki Yasin Aktay da aslında bunu not ediyor. Türkiye’ye özgü koşullar ikiliyi bir araya getirmişti. Çok değil daha 13-14 yıl önce, AKP kurulduğunda da, halen daha o koşullar devam ediyordu.
Tahminimden çok daha uzun bir giriş oldu bu... Ama Fırat Mollaer’in kitabının önemini yeterince vurgulayabilmem için gerekliydi. ‘Muhafazakarlığın İki Yüzü’ aslında bu konu üzerine değil... ama İslamcılık ve Muhafazakarlık’ın çıkış noktaları itibariyle neden birbirinden çok farklı, hatta zıt düşünce akımları olduğu bu kitabın yaptığından daha iyi anlatılamazdı. O yüzden Mollaer’in kitabı Türkiye’de İslamcılık çalışacaklar için bir başucu kitabı olmalı...
Şimdi kitabın genel bir özetini verebilirim. Kitap giriş bölümüne ek olarak üçer üçer bölünerek iki kısıma ayrılmış altı bölümden oluşuyor.
Birinci kısım bir ideoloji olarak ‘Muhafazakarlık’ üzerine... Yazar üç bölüme ayrılan bu kısımda ‘Muhafazakarlık’ı çok sayıda farklı cephelerden yaklaşarak tanıtıyor. Birinci bölüm ‘Muhafazakarlık’ı daha geniş ideolojiler ve düşünce gelenekleri karşısında konumlandırıyor. İkinci bölüm ‘Muhafazakarlık’ın toplumsal hayatın düzenlenmesinde insan aklına biçtiği konumu ele alıyor. Üçüncü bölüm ise ‘Muhafazakarlık’ı sıklıkla kullandığı politik imgeler ve karşı imgeler üzerinden tanıtıyor. Bu çok geniş ve bir o kadar da zengin tartışmaları içeren üç bölümü buradan özetlemem hemen hemen imkansız... Sadece bir iki önemli noktanın altını çizmek istiyorum.
‘Muhafazakarlık’ modernleşme karşıtı bir duruşa tekabül etmiyor. Daha çok modernleşmenin hızının ne olmasına dair varolan ideolojilerden farklı bir duruş sergiliyor. Şöyle demek daha doğru... Varolan bütün ideolojiler modernleşmenin hızı ne olmalı sorusu ile aslında hemen hemen hiç ilgilenmemiş gibi duruyor. İnsan aklına atfedilen ‘kuruculuk’ vasfı ile ise, mümkünse hemen... ve olabildiğince hızlı olmalı, cevabını vermeleri bir anlamda doğal netice. ‘Kuruculuk’ vasfı ile kastedilen insan aklının siyaset, toplum veya ekonominin en ideal halini kurgulayabileceği ve bunu hayata geçirebileceği...
‘Muhafazakarlık’ insan aklına böyle bir ‘kuruculuk’ vasfı vermiyor. Yani, o an varolan toplum, siyaset veya ekonomi sıfırdan kurulamaz, kurulmamalı... binlerce yıllık insan tecrübesinin ürünü olan varolan’a insan aklı daha fazla saygı göstermeli... Aklının yanında kalbini de dinlemeli... Mühendis gibi değil... Bir bahçıvan gibi yaklaşmalı...
Bu yüzden Muhafazakarlık modernleşmenin aheste gitmesi gerektiğini savunur. Varolan’ı yoketme değil, kendiliğinden dönüşmesine fırsat verme... Bu kendiliğinden değişimi savunma ile Muhafazakarlığı Liberalizm’e yaklaştırır. Liberalizm’in savunduğu serbest piyasa ekonomisinin gizli bir el tarafından yönetiliyor olması... ve kendiliğinden dengeye ulaşıyor olması... Muhafazakarlığın toplum, ekonomi ve siyaset tahayyülü ile birebir örtüşür.
Fırat Mollaer’in titizlikle gözlemlediği gibi, Muhafazakarlığın ‘değişim’le alakalı bu duruşuna eklemli başka bir yönü daha vardır. Bu yön de, Muhafazakarlığın varolan hiyerarşik yapıları, ki bu yapılar oldukça eşitsiz toplumsal, ekonomik ve siyasal kurum ve pratikleri içerebilir, sorgulamamasıdır.
Kitabın ikinci kısımı Türk Muhafazakarlığı üzerine... Kısmın ilk, kitabın dördüncü bölümü uzun yıllar sosyal bilimlerde hakim olmuş modernleşme paradigmasını sorguluyor. Özellikle söz konusu paradigmanın ikili karşıtlıklar üzerine kurgulanmasını ele alıyor ki, modern-gelenek bu ikili karşıtlıklardan en meşhurudur. Bölümün temel iddiası ‘gelenek’in ‘modern’in karşıtı olarak kurgulanmaması gerektiği... Yazar aynı iddiayı Türk modernleşmesini tartıştığı alt-bölümde de dile getiriyor. Tabi bu tartışmanın kitaptaki haliyle sınırlı kaçtığını, daha detaylandırılması gerektiğini not etmeliyim.
Kısmın ikinci, kitabın beşinci bölümü ise, bu kitap-yorumunun başında değindiğim noktayı detayıyla tartışıyor. Yani, İslamcılık, Batıcılık ve Muhafazakarlıkla bu bölümde karşılaştırılıyor. Fırat Mollaer’in akademik anlamda belki de en orijinal katkısını da bu bölümde yapıyor. Ve zannettiğimizin tam aksine, Mollaer, varolan’ın eleştirisi ve yeni bir düzen kurulması noktasındaki duruşu itibariyle İslamcılık’ın Batıcılık’a daha yakın olduğunu oldukça ikna edici bir şekilde gösteriyor. Muhafazakarlık ve İslamcılık arasında başka gerginlik noktaları da mevcut... Mollaer bunları büyük bir titizlikle not ediyor. Mesela, Muhafazakarlık Türklerin asırlar boyunca geliştirdikleri, bidat veya hurafe dolu İslam’ı savunmasına karşın, İslamcılık ise bu varolan İslam’a karşı daha ‘otantik’ bir İslam’ı savunuyor.
Kısmın ve kitabın son bölümünde, Fırat Mollaer Baran Dural’ın Başkaldırı ve Uyum: Türk Muhafazakarlığı ve Nurettin Topçu isimli kitabının özetini ve geniş bir eleştirisini yapıyor. Aslında kitabın insicamını oldukça bozan bir tartışma bu... ama yine de önemli bir tartışma... Zira bu bölümde Mollaer, Türk modernleşmesi ve Türk Muhafazakarlığı üzerine Türkiye’de akademik çevrelerde bile yaygın olan yanlış anlaşılmaları not etmek ve düzeltme fırsatı yakılıyor. Bir anlamda bu bölüm kitabın oldukça dinamik bir özeti...
Beşinci bölümde tartışılan İslamcılık Cumhuriyet-öncesi dönemin İslamcılığı... Cumhuriyet döneminde İslamcılığın Muhafazakarlığa kaymasını ise Fırat Mollaer ne yazıkki sorunsallaştırmıyor. Zira bu kayma bence halen daha detaylandırılmayı bekleyen bir konu... Yasin Aktay’ın konu ile alakalı makalesi kuşkusuz ufuk açıcı... ama çok daha fazla detaya muhtaç....
Umarım Fırat Mollaer bir sonraki kitabını bu konuya hasreder. Not etmeliyim. Yazarın yayınlanmış iki kitabı daha var. Ama bu iki kitabı daha okumadım. Belki de bu konuyu o kitaplarında ele alıyordur. Onları okuduktan sonra bu bölümü değiştiririm.
(1) Tanıl Bora, Türk Sağı’nın Üç Hali, İletişim Yayınları, 1998.
(2) Yasin Aktay, “İslamcılıktaki Muhafazakar Bakiye,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Muhafazakarlık içinde, İletişim Yayınları, 2003.
Malum, AKP siyasete atıldığında kendisini ‘muhafazakar demokrat’ parti olarak nitelemişti. Siyaset felsefesine çok da aşina olmayan benim gibiler ‘muhafazakarlığı’ ‘dindarlık’ olarak anladık. Halen daha doğru anladığımızı düşünüyorum. Zira aslında olan kendini hiçbir zaman dürüstçe ifade etmesine izin verilmeyen İslamcıların defalarca uyguladığı aynı taktiği bir kez daha hayata geçirmeleriydi. Toplumu veya birilerini kuşkuya sevkedecek davranış ve söylemlerden kaçınma... Dindar veya İslamcı diyemeyeceklerine göre...
Ama aynı kelime siyaset felsefesinde bir duruşu da ifade ediyordu. Bu duruşun adı da tam olarak ‘Muhafazakarlık’tı. AKP’nin siyasal duruşu işte bu siyasal felsefi duruşla ne kadar örtüşüyordu? Bu soruyu ilginç kılan tabi ki AKP’nin Türkiye’deki İslamcılık akımının içinde neşet etmesi idi. Diğer bir deyişle, asıl soru, İslamcılık-Muhafazakarlık ilişkisinin ne olduğu idi.
Aslında sorunun cevabından gayet emindik: Tanıl Bora’nın ifadesi ile, Türkiye’de İslamcılık ve Muhafazakarlık Türk Sağı’nın üç halinden ikisi idi. Üçüncüsü Milliyetçilik idi. Dolayısıyla, İslamcılık ile Muhafazakarlık birbirisi ile sıkı bağları vardı. Ama neydi o bağlar? Tanıl Bora kitabında bu soruyu irdelememişti. İslamcılık konusuna ayırdığı bölümde daha çok İslamcılık-Milliyetçilik ilişkisi üzerinde duruyordu (1). Bu tespit yol gösterici olsa da, İslamcılık ve Muhafazakarlık arasındaki ilişkinin içeriğine dair çok fazla birşey söylemiyordu.
İslamcılık ve Muhafazakarlık arasında olduğuna inandığımız, fakat mahiyetini tam olarak bilmediğimiz ilişki Yasin Aktay tarafından da o çok önemli makalesinde kabul edilecekti (2). Aktay’a göre bu ilişkinin olmasının en önemli sebebi Türkiye’deki devletin İslamcılık-karşıtı sert tutumu idi. Muhafazakarlık, Türkiye’de varolan düşmanca ortamda, İslamcılık’a kendini ifade edebileceği meşru bir dil vermişti.
Halbuki, ikili kökenleri itibariyle aslında bir araya gelemeyecek iki düşünce akımı olarak gelişmelilerdi, ki Yasin Aktay da aslında bunu not ediyor. Türkiye’ye özgü koşullar ikiliyi bir araya getirmişti. Çok değil daha 13-14 yıl önce, AKP kurulduğunda da, halen daha o koşullar devam ediyordu.
Tahminimden çok daha uzun bir giriş oldu bu... Ama Fırat Mollaer’in kitabının önemini yeterince vurgulayabilmem için gerekliydi. ‘Muhafazakarlığın İki Yüzü’ aslında bu konu üzerine değil... ama İslamcılık ve Muhafazakarlık’ın çıkış noktaları itibariyle neden birbirinden çok farklı, hatta zıt düşünce akımları olduğu bu kitabın yaptığından daha iyi anlatılamazdı. O yüzden Mollaer’in kitabı Türkiye’de İslamcılık çalışacaklar için bir başucu kitabı olmalı...
Şimdi kitabın genel bir özetini verebilirim. Kitap giriş bölümüne ek olarak üçer üçer bölünerek iki kısıma ayrılmış altı bölümden oluşuyor.
Birinci kısım bir ideoloji olarak ‘Muhafazakarlık’ üzerine... Yazar üç bölüme ayrılan bu kısımda ‘Muhafazakarlık’ı çok sayıda farklı cephelerden yaklaşarak tanıtıyor. Birinci bölüm ‘Muhafazakarlık’ı daha geniş ideolojiler ve düşünce gelenekleri karşısında konumlandırıyor. İkinci bölüm ‘Muhafazakarlık’ın toplumsal hayatın düzenlenmesinde insan aklına biçtiği konumu ele alıyor. Üçüncü bölüm ise ‘Muhafazakarlık’ı sıklıkla kullandığı politik imgeler ve karşı imgeler üzerinden tanıtıyor. Bu çok geniş ve bir o kadar da zengin tartışmaları içeren üç bölümü buradan özetlemem hemen hemen imkansız... Sadece bir iki önemli noktanın altını çizmek istiyorum.
‘Muhafazakarlık’ modernleşme karşıtı bir duruşa tekabül etmiyor. Daha çok modernleşmenin hızının ne olmasına dair varolan ideolojilerden farklı bir duruş sergiliyor. Şöyle demek daha doğru... Varolan bütün ideolojiler modernleşmenin hızı ne olmalı sorusu ile aslında hemen hemen hiç ilgilenmemiş gibi duruyor. İnsan aklına atfedilen ‘kuruculuk’ vasfı ile ise, mümkünse hemen... ve olabildiğince hızlı olmalı, cevabını vermeleri bir anlamda doğal netice. ‘Kuruculuk’ vasfı ile kastedilen insan aklının siyaset, toplum veya ekonominin en ideal halini kurgulayabileceği ve bunu hayata geçirebileceği...
‘Muhafazakarlık’ insan aklına böyle bir ‘kuruculuk’ vasfı vermiyor. Yani, o an varolan toplum, siyaset veya ekonomi sıfırdan kurulamaz, kurulmamalı... binlerce yıllık insan tecrübesinin ürünü olan varolan’a insan aklı daha fazla saygı göstermeli... Aklının yanında kalbini de dinlemeli... Mühendis gibi değil... Bir bahçıvan gibi yaklaşmalı...
Bu yüzden Muhafazakarlık modernleşmenin aheste gitmesi gerektiğini savunur. Varolan’ı yoketme değil, kendiliğinden dönüşmesine fırsat verme... Bu kendiliğinden değişimi savunma ile Muhafazakarlığı Liberalizm’e yaklaştırır. Liberalizm’in savunduğu serbest piyasa ekonomisinin gizli bir el tarafından yönetiliyor olması... ve kendiliğinden dengeye ulaşıyor olması... Muhafazakarlığın toplum, ekonomi ve siyaset tahayyülü ile birebir örtüşür.
Fırat Mollaer’in titizlikle gözlemlediği gibi, Muhafazakarlığın ‘değişim’le alakalı bu duruşuna eklemli başka bir yönü daha vardır. Bu yön de, Muhafazakarlığın varolan hiyerarşik yapıları, ki bu yapılar oldukça eşitsiz toplumsal, ekonomik ve siyasal kurum ve pratikleri içerebilir, sorgulamamasıdır.
Kitabın ikinci kısımı Türk Muhafazakarlığı üzerine... Kısmın ilk, kitabın dördüncü bölümü uzun yıllar sosyal bilimlerde hakim olmuş modernleşme paradigmasını sorguluyor. Özellikle söz konusu paradigmanın ikili karşıtlıklar üzerine kurgulanmasını ele alıyor ki, modern-gelenek bu ikili karşıtlıklardan en meşhurudur. Bölümün temel iddiası ‘gelenek’in ‘modern’in karşıtı olarak kurgulanmaması gerektiği... Yazar aynı iddiayı Türk modernleşmesini tartıştığı alt-bölümde de dile getiriyor. Tabi bu tartışmanın kitaptaki haliyle sınırlı kaçtığını, daha detaylandırılması gerektiğini not etmeliyim.
Kısmın ikinci, kitabın beşinci bölümü ise, bu kitap-yorumunun başında değindiğim noktayı detayıyla tartışıyor. Yani, İslamcılık, Batıcılık ve Muhafazakarlıkla bu bölümde karşılaştırılıyor. Fırat Mollaer’in akademik anlamda belki de en orijinal katkısını da bu bölümde yapıyor. Ve zannettiğimizin tam aksine, Mollaer, varolan’ın eleştirisi ve yeni bir düzen kurulması noktasındaki duruşu itibariyle İslamcılık’ın Batıcılık’a daha yakın olduğunu oldukça ikna edici bir şekilde gösteriyor. Muhafazakarlık ve İslamcılık arasında başka gerginlik noktaları da mevcut... Mollaer bunları büyük bir titizlikle not ediyor. Mesela, Muhafazakarlık Türklerin asırlar boyunca geliştirdikleri, bidat veya hurafe dolu İslam’ı savunmasına karşın, İslamcılık ise bu varolan İslam’a karşı daha ‘otantik’ bir İslam’ı savunuyor.
Kısmın ve kitabın son bölümünde, Fırat Mollaer Baran Dural’ın Başkaldırı ve Uyum: Türk Muhafazakarlığı ve Nurettin Topçu isimli kitabının özetini ve geniş bir eleştirisini yapıyor. Aslında kitabın insicamını oldukça bozan bir tartışma bu... ama yine de önemli bir tartışma... Zira bu bölümde Mollaer, Türk modernleşmesi ve Türk Muhafazakarlığı üzerine Türkiye’de akademik çevrelerde bile yaygın olan yanlış anlaşılmaları not etmek ve düzeltme fırsatı yakılıyor. Bir anlamda bu bölüm kitabın oldukça dinamik bir özeti...
Beşinci bölümde tartışılan İslamcılık Cumhuriyet-öncesi dönemin İslamcılığı... Cumhuriyet döneminde İslamcılığın Muhafazakarlığa kaymasını ise Fırat Mollaer ne yazıkki sorunsallaştırmıyor. Zira bu kayma bence halen daha detaylandırılmayı bekleyen bir konu... Yasin Aktay’ın konu ile alakalı makalesi kuşkusuz ufuk açıcı... ama çok daha fazla detaya muhtaç....
Umarım Fırat Mollaer bir sonraki kitabını bu konuya hasreder. Not etmeliyim. Yazarın yayınlanmış iki kitabı daha var. Ama bu iki kitabı daha okumadım. Belki de bu konuyu o kitaplarında ele alıyordur. Onları okuduktan sonra bu bölümü değiştiririm.
(1) Tanıl Bora, Türk Sağı’nın Üç Hali, İletişim Yayınları, 1998.
(2) Yasin Aktay, “İslamcılıktaki Muhafazakar Bakiye,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Muhafazakarlık içinde, İletişim Yayınları, 2003.
2 Mart 2014 Pazar
Mümtaz’er Türköne, Doğum ve Ölüm Arasında Islamcılık, İstanbul: Kapı Yayınları, 2012
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin Türkiye’ye getirdikleri ve Türkiye’den götürdükleri ... daha uzun bir süre bizleri meşgul edecek bir tartışma konusu... Kuşkusuz en ilginç tartışma ise İslamcılıkla alakalı olacak. Yani, AKP içinden çıktığı fikri ve toplumsal-siyasal harekete neler kattı? Bu hareketten neler götürdü?
Türkiye’nin AKP deneyimi halen daha devam ediyor. Bu deneyim tam olarak bitmeden söylenecek herşey spekülatif olmaktan kurtulamaz. Mümtaz’er Türköne’nin bu kitapta yaptığı tam da bu... Oldukça spekülatif, bir o kadar da provokatif, bir iddia ile, İslamcılığın AKP iktidarı ile İslamcılığın öldüğünü ilan ediyor Türköne... Yazarın kendi cümleleri ile ifade edersek:
“İslamcılığın doğumunu anlatmak bana nasip olmuştu (1)... Şimdi sona erişinin hikayesini yazıyorum. Demek hem doğumunu hem ölümünü yazmak bana nasip oldu. Doğumunu okuduklarımdan öğrendim; ama ölümüne bizzat şahit oldum. Gücünün zirveye çıkmasını, iktidara gelişini ve iktidarda tükenmesini gözledim. Yıllar içinde hayat belirtilerinin azalmasını, vücudunun kaskatı kesilmesini ve soğumasını aktüalitenin ayrıntıları arasında dikkatle takip ettim [sayfa. xv-xvi].”
İslamcılığın ölümü iddiası 184 sayfalık kitabın 40 sayfalık 7.bölümünde öne sürülüyor. Tartışılan da bir süreç değil. Zaten 40 sayfanın önemli bir kısmı da konu ile doğrudan alakalı değil... Mesela, 7. Bölümün ilk kısmında İbni Haldun’dan ilhamla AKP fenomeni anlamlandırılmaya çalışılıyor. İkinci kısımda Ahmet Davutoğlu tanıtılırken, İslamcılığın AKP döneminde öldüğüne dair ilk delil sunuluyor: Recep Tayyip Erdoğan’ın Mısır’da ‘laik devlet’ yapısını tavsiye etmesi... Üçüncü kısımda, İslamcılığın ölümü biraz daha detaylandırılıyor. Türköne’nin iddiası çok basit: İslamcılık, İslamcıların iktidara gelmesi ile öldü. İşte bu bölümde Türköne’nin ‘ölüm’ü bir metafor olarak kullandığını öğreniyoruz. Türköne’nin benzetmesi ile... İslamcılık AKP-öncesi dönemde bir tırtıl... Şu anda ise gözalıcı bir kelebek... Yani öyle can çekişen birşey yok ortada... Sadece sisteme kabul edilerek ılımlu hale getirilen totaliter bir ideoloji var. “Ölen bir fikir, bir dava ve bir gaye. ‘İslami esaslara dayalı bir siyasi düzen’ hayalinden vazgeçtiğiniz zaman, İslamcılık da ölmüş oluyor [sayfa. 150].’
Şöyle bir soru sorulabilir: İslamcılık neden ölmek zorundaydı? Türköne’de bu sorunun net bir cevabını bulamıyorsunuz. Bana Olivier Roy’un Siyasal İslam’ın İflası tezi AKP örneğinde tekrarı gibi geldi. Kısaca, devleti idare etme sorumluluğu katı bir ideolojiyi yumuşatmayı gerektirdi, şeklinde özetleyebilirim. 7. Bölümün takip eden kısımlarında Türköne, Türkiye’de devlet’in neden İslamcılığa ihtiyacı olduğunu tartışıyor. Dış politikada açılım ve Kürt sorununun çözümü... Kısaca, Türkiye’de devlet’in ancak İslamcıların gerçekleştirebileceği bir açılıma ihtiyacı vardı. Kısaca, olması gereken oldu.
Kitabın geri kalanı, ilk altı bölüm, daha çok tarihsel bir arka plan olarak düşünülmüş. Türkiye’de İslamcılığın tarihi gelişimine dair standart anlatımı özetlemiş Türköne... Araya bazen çok ilginç gözlem ve iddialarını da katmış.
Bu gözlemlerden birisi de 4. Bölümde dile getiriliyor. Türkiye’de İslamcılığın gelişmesini ve serpilmesini engelleyen iki etken olduğunu iddia ediyor Türköne... Birincisi Necmettin Erbakan’ın Milli Görüşü... İkincisi Said Nursi’nin Nurculuk Hareketi... Bu iddianın detaylarına girmeyeceğim. Fakat bu iddianın Türköne’nin konu ile alakalı kafasının cidden karışık olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. İlk önce Said Nursi’nin Nurculuk hareketi neden İslamcılık hareketi içinde değerlendirilmediğini bilmiyorum. İslamcılık kavramını Türköne 2. Bölümde tartışıyor ve bu tartışmaya göre Nurculuk hareketine de pekala İslamcı bir hareket denebilir. Fakat kitapta bu tartışılmıyor bile.
Hadi Nurculuk hareketinin İslamcı olmadığını kabul ettik, Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş hareketi neden İslamcı değil? Milli Görüş bile İslamcı değilse, AKP ile iktidara gelen İslamcılık neden oluyor?
Geriye ne kaldığını cidden bilmiyorum. Türköne’nin doğrudan İslamcı dediği bir tek Ali Bulaç var kitapta.... Öyle ise zaten Türkiye’de İslamcılık hiçbir zaman ciddi bir düşünce ve toplumsal hareket olmadı ki? O zaman AKP iktidarı ile ölen ne?
İki bölüm kitabın konusu ile bence uyuşmuyor. 1. Bölüm, Türköne kendi hikayesini anlatıyor. Bu bölümü gerçekten büyük bir keyifle okudum. Türköne bu bölümde çok ilginç toplumsal gözlemler yapıyor. Özellikle ülkücüler, solcular ve islamcıların toplumsal arkaplanları ve yetişme tarzlarına ilişkin... Keşke Hoca bu bölümü genişletip bir kitap haline getirseydi. Bence daha detaylı bir hayat hikayesi İslamcılık hakkında daha çok şey söyleyebilirdi.
Kitabın akışını bozan ve ana konu ile uyuşmayan diğer bölüm ise İmam-Hatiplerle alakalı 6. Bölüm... Bu bölümde de çok ilginç gözlemler yapmış Hoca... Ama açıkcası kitaba nasıl bir katkısı var göremedim.
Türköne Hoca şöyle diyor kitabın arka sayfasında: “Bu kitap, master tezimden sonra en kısa zamanda bitirdiğim ikinci kitap oldu.”
Keşke Hoca biraz daha emek harcasaydı. Bu haliyle kitabını, kitap veya tez konusu arayanlar dışında, kimseye tavsiye edemem.
(1) Yazar burada ‘İslamcılığın Doğuşu’ isimli kitabına gönderme yapıyor.
Türkiye’nin AKP deneyimi halen daha devam ediyor. Bu deneyim tam olarak bitmeden söylenecek herşey spekülatif olmaktan kurtulamaz. Mümtaz’er Türköne’nin bu kitapta yaptığı tam da bu... Oldukça spekülatif, bir o kadar da provokatif, bir iddia ile, İslamcılığın AKP iktidarı ile İslamcılığın öldüğünü ilan ediyor Türköne... Yazarın kendi cümleleri ile ifade edersek:
“İslamcılığın doğumunu anlatmak bana nasip olmuştu (1)... Şimdi sona erişinin hikayesini yazıyorum. Demek hem doğumunu hem ölümünü yazmak bana nasip oldu. Doğumunu okuduklarımdan öğrendim; ama ölümüne bizzat şahit oldum. Gücünün zirveye çıkmasını, iktidara gelişini ve iktidarda tükenmesini gözledim. Yıllar içinde hayat belirtilerinin azalmasını, vücudunun kaskatı kesilmesini ve soğumasını aktüalitenin ayrıntıları arasında dikkatle takip ettim [sayfa. xv-xvi].”
İslamcılığın ölümü iddiası 184 sayfalık kitabın 40 sayfalık 7.bölümünde öne sürülüyor. Tartışılan da bir süreç değil. Zaten 40 sayfanın önemli bir kısmı da konu ile doğrudan alakalı değil... Mesela, 7. Bölümün ilk kısmında İbni Haldun’dan ilhamla AKP fenomeni anlamlandırılmaya çalışılıyor. İkinci kısımda Ahmet Davutoğlu tanıtılırken, İslamcılığın AKP döneminde öldüğüne dair ilk delil sunuluyor: Recep Tayyip Erdoğan’ın Mısır’da ‘laik devlet’ yapısını tavsiye etmesi... Üçüncü kısımda, İslamcılığın ölümü biraz daha detaylandırılıyor. Türköne’nin iddiası çok basit: İslamcılık, İslamcıların iktidara gelmesi ile öldü. İşte bu bölümde Türköne’nin ‘ölüm’ü bir metafor olarak kullandığını öğreniyoruz. Türköne’nin benzetmesi ile... İslamcılık AKP-öncesi dönemde bir tırtıl... Şu anda ise gözalıcı bir kelebek... Yani öyle can çekişen birşey yok ortada... Sadece sisteme kabul edilerek ılımlu hale getirilen totaliter bir ideoloji var. “Ölen bir fikir, bir dava ve bir gaye. ‘İslami esaslara dayalı bir siyasi düzen’ hayalinden vazgeçtiğiniz zaman, İslamcılık da ölmüş oluyor [sayfa. 150].’
Şöyle bir soru sorulabilir: İslamcılık neden ölmek zorundaydı? Türköne’de bu sorunun net bir cevabını bulamıyorsunuz. Bana Olivier Roy’un Siyasal İslam’ın İflası tezi AKP örneğinde tekrarı gibi geldi. Kısaca, devleti idare etme sorumluluğu katı bir ideolojiyi yumuşatmayı gerektirdi, şeklinde özetleyebilirim. 7. Bölümün takip eden kısımlarında Türköne, Türkiye’de devlet’in neden İslamcılığa ihtiyacı olduğunu tartışıyor. Dış politikada açılım ve Kürt sorununun çözümü... Kısaca, Türkiye’de devlet’in ancak İslamcıların gerçekleştirebileceği bir açılıma ihtiyacı vardı. Kısaca, olması gereken oldu.
Kitabın geri kalanı, ilk altı bölüm, daha çok tarihsel bir arka plan olarak düşünülmüş. Türkiye’de İslamcılığın tarihi gelişimine dair standart anlatımı özetlemiş Türköne... Araya bazen çok ilginç gözlem ve iddialarını da katmış.
Bu gözlemlerden birisi de 4. Bölümde dile getiriliyor. Türkiye’de İslamcılığın gelişmesini ve serpilmesini engelleyen iki etken olduğunu iddia ediyor Türköne... Birincisi Necmettin Erbakan’ın Milli Görüşü... İkincisi Said Nursi’nin Nurculuk Hareketi... Bu iddianın detaylarına girmeyeceğim. Fakat bu iddianın Türköne’nin konu ile alakalı kafasının cidden karışık olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. İlk önce Said Nursi’nin Nurculuk hareketi neden İslamcılık hareketi içinde değerlendirilmediğini bilmiyorum. İslamcılık kavramını Türköne 2. Bölümde tartışıyor ve bu tartışmaya göre Nurculuk hareketine de pekala İslamcı bir hareket denebilir. Fakat kitapta bu tartışılmıyor bile.
Hadi Nurculuk hareketinin İslamcı olmadığını kabul ettik, Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş hareketi neden İslamcı değil? Milli Görüş bile İslamcı değilse, AKP ile iktidara gelen İslamcılık neden oluyor?
Geriye ne kaldığını cidden bilmiyorum. Türköne’nin doğrudan İslamcı dediği bir tek Ali Bulaç var kitapta.... Öyle ise zaten Türkiye’de İslamcılık hiçbir zaman ciddi bir düşünce ve toplumsal hareket olmadı ki? O zaman AKP iktidarı ile ölen ne?
İki bölüm kitabın konusu ile bence uyuşmuyor. 1. Bölüm, Türköne kendi hikayesini anlatıyor. Bu bölümü gerçekten büyük bir keyifle okudum. Türköne bu bölümde çok ilginç toplumsal gözlemler yapıyor. Özellikle ülkücüler, solcular ve islamcıların toplumsal arkaplanları ve yetişme tarzlarına ilişkin... Keşke Hoca bu bölümü genişletip bir kitap haline getirseydi. Bence daha detaylı bir hayat hikayesi İslamcılık hakkında daha çok şey söyleyebilirdi.
Kitabın akışını bozan ve ana konu ile uyuşmayan diğer bölüm ise İmam-Hatiplerle alakalı 6. Bölüm... Bu bölümde de çok ilginç gözlemler yapmış Hoca... Ama açıkcası kitaba nasıl bir katkısı var göremedim.
Türköne Hoca şöyle diyor kitabın arka sayfasında: “Bu kitap, master tezimden sonra en kısa zamanda bitirdiğim ikinci kitap oldu.”
Keşke Hoca biraz daha emek harcasaydı. Bu haliyle kitabını, kitap veya tez konusu arayanlar dışında, kimseye tavsiye edemem.
(1) Yazar burada ‘İslamcılığın Doğuşu’ isimli kitabına gönderme yapıyor.
16 Haziran 2013 Pazar
Nezahat Gündoğan ve Kazım Gündoğan, Dersim’in Kayıp Kızları, İletişim, 2012
19. Yüzyıl vahşi kapitalizmin ve emperyalizmin altın çağıdır. Batılı devletler bu yüzyıla kadar dünyanın ‘devletsiz’ olarak niteleyebileceğimiz önemli bir kısmını, kapitalizmin hammadde kaynaklarına olan sınırsız iştihasını tatmin etmek üzere işgal ve talan etmişti. 19. yüzyılda ise Batılı Devletler dikkatlerini Osmanlı’dan Çin’e eski dünyanın ‘devletli’ bölgelerine çevirdi. Bu küresel işgal ve sömürü hareketi karşısında Hindistan boyun eğdi. Çin’in çabaları başarısızlıkla bitti ve 20. Yüzyılın başında iç savaşa sürüklendi. Etyopya, İran ve Afganistan gibi devletler bağımsızlıklarını korudular, fakat bunu daha çok tarihi ve coğrafi talihlerine borçlu oldular. Sadece Japonya ve Osmanlı İmparatorluğu Batı devletlerinin işgal ve talanına aktif direniş göstermiş ve bağımsızlıklarını koruma adına Batılı modelde devlet inşası programlarını başlatmışlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun işi hiç kuşkusuz çok daha zordu. Coğrafi olarak Batılı devletlere çok daha yakındı. Etnik ve dini yapısı çok daha karmaşıktı. Ve çok daha geniş bir alana yayılmıştı. Nitekim 19. Yüzyıl boyunca toprak kayıpları birbiri ardına geldi. Bu kayıplar sadece Batılı devletlerin doğrudan işgali sonucu olmadı, etnik-dini milliyetçi hareketlerin isyanları da Osmanlı İmparatorluğu’ndan toprak kopardı. 19. Yüzyılın başında Sırplar ve Rumlar ile başlayan etnik-dini isyanlar zinciri 1. Dünya Savaşı’nda Arapların isyanı ile İmparatorluğu hemen hemen Türkiye’nin bugünkü sınırlarına kadar geriletti.
Bu uzun 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu için Batılılar ‘hasta adam’ tabirini kullanırlar. Bu yanlış bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu bu yüzyılda daha çok çıktığı her karşılaşmada dövülen, ama herşeye rağmen bir sonraki karşılaşma için yine mucizevi bir hırs ve inatla hazırlanan bir boksör’e benzer...
Neticede bu boksör son girdiği karşılaşmada da, gösterdiği olağanüstü performansa rağmen, yenilir. Fakat geriye çok önemli bir miras bırakır. O miras ‘modern devlet’tir. Anadolu’nun Batı’nın işgal ve talanı karşısında duruşunun destansı hikayesinin biricik meyvesidir ‘modern devlet...’ Bu miras ile Osmanlı bakiyesi subaylar Yunan ve Ermeni işgaline karşı durabildiler ve bu millete dayatılan Sevr’i Lozan’la değiştirebildiler.
Modern devletin en temel özelliği kendi kolluk kuvvetlerinin haricinde bütün grupları silahlarından arındırmasıdır. Modern devletin ilk doğuş yeri olan Batı’da da bu böyle olmuştur, Japonya’da da... Osmanlı İmparatorluğu da benzer şekilde Yeniçerileri ve Ayan ailelerinin özel milislerini ortadan kaldırarak işe başlamıştır. Kurtuluş Savaşı bittiğinde bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarını oluşturan bölgelerde sadece tek bir grup silahsızlandırılmamış halde idi. Bu grup Kürt Aşiretleri idi.
1925 yılında başlayan Şeyh Said isyanı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürt aşiretlerini silahsızlandırması girişimine tepki olarak başlamadı. Bu isyan milliyetçi bir hareketti ve Kürtlerin kendi devletlerini kurma gayesi güdüyordu. Fakat hiç kuşku yok ki, T.C devletinin ajandasına Kürt aşiretlerinin silahsızlandırılması maddesini bir daha çıkmamak üzere koydu. Takip eden 14 yıl boyunca Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı bölgeler isyan bölgesi oldu ve devlet bütün askeri gücünü kullanarak Kürt Aşiretlerini silahsızlandırdı. Dersim bölgesinin silahlı Alevi Kürt Aşiretleri de Türk ordusunun 1937 yılında başlattığı hareketla başarılı bir şekilde silahsızlandırıldılar.
Peki bu silahsızlandırma tam olarak nasıl oldu? Gürdoğan’ların Dersim’in Kayıp Kızları isimli çok kıymetli çalışması bu sürece dair paha biçilmez bilgiler sunuyor. Kitap 50 küsür mülakat ve bir de giriş yazısından oluşuyor. Mülakatlar yazarların Dersim’in Kayıp Kızları olarak isimlendirdiği artık ömürlerinin son demlerini yaşayan kadınlarla yapılmış. Peki kim bu kadınlar?
Kitaptaki hayat hikayelerinden öğrendiklerimize göre, Dersim’in Kürt Aşiretleri silahsızlandırılırken Türk ordusu sadece aşiretlerin silahlı erkeklerine karşı askeri harekat düzenlemiyor. Aynı zamanda kadın, çoçuk ve yaşlı bütün Dersimlilere karşı bir askeri operasyon düzenleniyor. Uçaklardan atılan bombalarla desteklenen bu operasyon tam anlamıyla bir katliama dönüşüyor. Sivillere yönelik katliam tam hitama ermeden o zaman Genel Kurmay Başkanı olan Fevzi Çakmak’ın müdahelesi ile yarıda kalıyor.
Katliamdan sağ kalanlar ailecek Türklerin yoğun olduğu bölgelere sürülüyor. Bütün ailesini kaybetmiş kız ve erkek çocukları ise Türk ailelerine veriliyor. Kitapta mülakatları verilen kişiler işte bu katliamdan kurtulmuş, ailesini kaybettiği için de Türk ailelere verilen kızlar... Her bir mülakat bu kızların katliamla alakalı hatırladıklarını ve sonraki hayat hikayelerini anlatıyor.
50 küsür hikaye farklı farklı kişileri anlatıyorsa da aldanmamak lazım. Aslında hepsinin trajedisi ortak... bu trajediyi tarif etmek de o kadar zor ki... Ana yok, baba yok, kardeş yok... amca yok, dayı yok, hala yok... Sürekli bir kimsesizlik hali... Ve bu kimsesizliğin yarattığı eziklik... korkaklık hali... bir güvercin tedirginliği ile yaşanan ve biten bir hayatlar...
Yakın tarihimizin en utanç verici bu hadisesine dikkatlerimize çeviren bu çalışma alternatif tarih yazımına çok önemli bir katkı sağlayacaktır hiç kuşkusuz... Öte yandan kitap daha iyi kurgulanabilirdi diye düşünüyorum.
Kitabın giriş bölümü mülakatlardan Dersim katliamına ilişkin yapılabilecek çıkarımların güzel bir özeti olmuş. Fakat giriş bölümü daha da geliştirilebilirdi. Mesela Dersim harekatına ilişkin daha geniş çaplı bir tarihsel arkaplan sunulabilirdi. Dersim katliamı tarihsel ve siyasi bir boşluk içinde olmadı. Bu yorumun başlangıcında anlattığım arkaplanda oldu.
Dersim bölgesi Ankara Hükümetine ilk isyan eden Kürt bölgelerinden birisi aslında... Şeyh Said’den önce 1921 yılında Koçgiri ayaklanması var... Bu ayaklanmadan 1937 yılına kadar gelinen süreçte neler oldu? Dersimli Kürt Alevi aşiretlerinin Şeyh Said’le başlayan Sünni Kürt aşiretlerinin isyanı karşısında duruşları nasıl oldu? Sorular çoğaltılabilir. Kısaca ifade etmek istediğim şey, daha zengin bir tarihsel arkaplanla kitap Dersim Katliamı’ını daha iyi anlamlandırmamıza yardımcı olurdu.
Ayrıca mülakatlarda bir çok yer ve aşiret ismi geçiyor. Yer isimleri ve aşiretlere dair de kitapta bir kaynakçaya veya haritaya rastlamadım. Halbuki okuyucunun mülakatları takip edebilmesi ve yaşananları daha kolay hayal edebilmesi için bir kaynakça veya harita çok faydalı olabilirdi.
Yazarların konu ile alakalı çalışmalarına devam etmelerini ve bu karanlıkta kalmış hadiseyi daha da aydınlatmalarını ümit ediyorum. Dersim’in Masum Kızları’ndan da bu dünyada insani, öbür dünyada da ilahi adalet diliyorum.
Osmanlı İmparatorluğu’nun işi hiç kuşkusuz çok daha zordu. Coğrafi olarak Batılı devletlere çok daha yakındı. Etnik ve dini yapısı çok daha karmaşıktı. Ve çok daha geniş bir alana yayılmıştı. Nitekim 19. Yüzyıl boyunca toprak kayıpları birbiri ardına geldi. Bu kayıplar sadece Batılı devletlerin doğrudan işgali sonucu olmadı, etnik-dini milliyetçi hareketlerin isyanları da Osmanlı İmparatorluğu’ndan toprak kopardı. 19. Yüzyılın başında Sırplar ve Rumlar ile başlayan etnik-dini isyanlar zinciri 1. Dünya Savaşı’nda Arapların isyanı ile İmparatorluğu hemen hemen Türkiye’nin bugünkü sınırlarına kadar geriletti.
Bu uzun 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu için Batılılar ‘hasta adam’ tabirini kullanırlar. Bu yanlış bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu bu yüzyılda daha çok çıktığı her karşılaşmada dövülen, ama herşeye rağmen bir sonraki karşılaşma için yine mucizevi bir hırs ve inatla hazırlanan bir boksör’e benzer...
Neticede bu boksör son girdiği karşılaşmada da, gösterdiği olağanüstü performansa rağmen, yenilir. Fakat geriye çok önemli bir miras bırakır. O miras ‘modern devlet’tir. Anadolu’nun Batı’nın işgal ve talanı karşısında duruşunun destansı hikayesinin biricik meyvesidir ‘modern devlet...’ Bu miras ile Osmanlı bakiyesi subaylar Yunan ve Ermeni işgaline karşı durabildiler ve bu millete dayatılan Sevr’i Lozan’la değiştirebildiler.
Modern devletin en temel özelliği kendi kolluk kuvvetlerinin haricinde bütün grupları silahlarından arındırmasıdır. Modern devletin ilk doğuş yeri olan Batı’da da bu böyle olmuştur, Japonya’da da... Osmanlı İmparatorluğu da benzer şekilde Yeniçerileri ve Ayan ailelerinin özel milislerini ortadan kaldırarak işe başlamıştır. Kurtuluş Savaşı bittiğinde bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarını oluşturan bölgelerde sadece tek bir grup silahsızlandırılmamış halde idi. Bu grup Kürt Aşiretleri idi.
1925 yılında başlayan Şeyh Said isyanı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürt aşiretlerini silahsızlandırması girişimine tepki olarak başlamadı. Bu isyan milliyetçi bir hareketti ve Kürtlerin kendi devletlerini kurma gayesi güdüyordu. Fakat hiç kuşku yok ki, T.C devletinin ajandasına Kürt aşiretlerinin silahsızlandırılması maddesini bir daha çıkmamak üzere koydu. Takip eden 14 yıl boyunca Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı bölgeler isyan bölgesi oldu ve devlet bütün askeri gücünü kullanarak Kürt Aşiretlerini silahsızlandırdı. Dersim bölgesinin silahlı Alevi Kürt Aşiretleri de Türk ordusunun 1937 yılında başlattığı hareketla başarılı bir şekilde silahsızlandırıldılar.
Peki bu silahsızlandırma tam olarak nasıl oldu? Gürdoğan’ların Dersim’in Kayıp Kızları isimli çok kıymetli çalışması bu sürece dair paha biçilmez bilgiler sunuyor. Kitap 50 küsür mülakat ve bir de giriş yazısından oluşuyor. Mülakatlar yazarların Dersim’in Kayıp Kızları olarak isimlendirdiği artık ömürlerinin son demlerini yaşayan kadınlarla yapılmış. Peki kim bu kadınlar?
Kitaptaki hayat hikayelerinden öğrendiklerimize göre, Dersim’in Kürt Aşiretleri silahsızlandırılırken Türk ordusu sadece aşiretlerin silahlı erkeklerine karşı askeri harekat düzenlemiyor. Aynı zamanda kadın, çoçuk ve yaşlı bütün Dersimlilere karşı bir askeri operasyon düzenleniyor. Uçaklardan atılan bombalarla desteklenen bu operasyon tam anlamıyla bir katliama dönüşüyor. Sivillere yönelik katliam tam hitama ermeden o zaman Genel Kurmay Başkanı olan Fevzi Çakmak’ın müdahelesi ile yarıda kalıyor.
Katliamdan sağ kalanlar ailecek Türklerin yoğun olduğu bölgelere sürülüyor. Bütün ailesini kaybetmiş kız ve erkek çocukları ise Türk ailelerine veriliyor. Kitapta mülakatları verilen kişiler işte bu katliamdan kurtulmuş, ailesini kaybettiği için de Türk ailelere verilen kızlar... Her bir mülakat bu kızların katliamla alakalı hatırladıklarını ve sonraki hayat hikayelerini anlatıyor.
50 küsür hikaye farklı farklı kişileri anlatıyorsa da aldanmamak lazım. Aslında hepsinin trajedisi ortak... bu trajediyi tarif etmek de o kadar zor ki... Ana yok, baba yok, kardeş yok... amca yok, dayı yok, hala yok... Sürekli bir kimsesizlik hali... Ve bu kimsesizliğin yarattığı eziklik... korkaklık hali... bir güvercin tedirginliği ile yaşanan ve biten bir hayatlar...
Yakın tarihimizin en utanç verici bu hadisesine dikkatlerimize çeviren bu çalışma alternatif tarih yazımına çok önemli bir katkı sağlayacaktır hiç kuşkusuz... Öte yandan kitap daha iyi kurgulanabilirdi diye düşünüyorum.
Kitabın giriş bölümü mülakatlardan Dersim katliamına ilişkin yapılabilecek çıkarımların güzel bir özeti olmuş. Fakat giriş bölümü daha da geliştirilebilirdi. Mesela Dersim harekatına ilişkin daha geniş çaplı bir tarihsel arkaplan sunulabilirdi. Dersim katliamı tarihsel ve siyasi bir boşluk içinde olmadı. Bu yorumun başlangıcında anlattığım arkaplanda oldu.
Dersim bölgesi Ankara Hükümetine ilk isyan eden Kürt bölgelerinden birisi aslında... Şeyh Said’den önce 1921 yılında Koçgiri ayaklanması var... Bu ayaklanmadan 1937 yılına kadar gelinen süreçte neler oldu? Dersimli Kürt Alevi aşiretlerinin Şeyh Said’le başlayan Sünni Kürt aşiretlerinin isyanı karşısında duruşları nasıl oldu? Sorular çoğaltılabilir. Kısaca ifade etmek istediğim şey, daha zengin bir tarihsel arkaplanla kitap Dersim Katliamı’ını daha iyi anlamlandırmamıza yardımcı olurdu.
Ayrıca mülakatlarda bir çok yer ve aşiret ismi geçiyor. Yer isimleri ve aşiretlere dair de kitapta bir kaynakçaya veya haritaya rastlamadım. Halbuki okuyucunun mülakatları takip edebilmesi ve yaşananları daha kolay hayal edebilmesi için bir kaynakça veya harita çok faydalı olabilirdi.
Yazarların konu ile alakalı çalışmalarına devam etmelerini ve bu karanlıkta kalmış hadiseyi daha da aydınlatmalarını ümit ediyorum. Dersim’in Masum Kızları’ndan da bu dünyada insani, öbür dünyada da ilahi adalet diliyorum.
24 Mart 2013 Pazar
Fatma Müge Göçek, The Transformation of Turkey: Redefining State and Society from the Ottoman Empire to the Modern Era, London: I.B. Tauris, 2011
Modern Türk Tarihi çalışmaları ‘Oryantalizm’in bir eleştirisi olarak doğmamıştır. Daha çok Türklerle alakalı ‘oryantalist’ önermelere karşı milli savunma girişimi olarak doğmuştur. Kısaca iddia edilen, Türklerin millet olarak modernleşme/batılılaşma potensiyeli vardı, Mustafa Kemal Atatürk’ün reformları ile de bunu ispatladılar ve bu yüzden de medeni dünyada yer almaya hakları vardı. Bu savunmacı içgüdü Türk tarih çalışmalarını bugüne kadar etkilemeyi sürdürdü ve bir anlamda bir çok oryantalist oryantal üretti.
Bu savunma içgüdüsünün en bariz etkisi ise Türk tarihi çalışmalarının Türk modernleşmesi ve batılılaşması sürecinin ‘sekülerleşme’ ve milli-devletin kuruluşu gibi başarılı yönlerine abartılı bir vurgu yapması oldu. Öte yandan aynı sürecin etnik ve dini gruplara yöneltilen devlet şiddeti veya farklı gruplar arasındaki şiddet gibi karanlık yönleri ise ya gözardı edildi ya da dipnotlarla geçiştirildi. Bu ‘seçici okuma’ yüzünden Türk çalışmaları Türk modernleşmesi ve batılılaşması sürecini kavrayışımızda önemli boşluklar bırakmış oldu.
‘The Transformation of Turkey: Redefining State and Society from the Ottoman Empire to the Modern Era’ isimli kitabı ile Fatma Müge Göçek bu önemli boşluğu doldurmaya yönelik bir adım atıyor. Kendi ifadesiyle, Göçek ‘Cumhuriyetin buğününde rastlanabilecek Osmanlı geçmişinin karanlık mirasları’na kritik bir bakış atıyor.
Göçek Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tevarüs edilen dört mirastan bahsediyor. İlk miras otoriter ve dışlayıcı bir ‘sekülerizm’ anlayışı ve uygulaması, ki etkilerinden uzun süre halihazırdaki AKP hükümetleri bile muzdarip oldu.
İkinci miras bazı dış politika problemleri. Göçek özellikle Ermeni, Kürt ve Kıbrıs sorunlarını Osmanlı’dan miras olarak değerlendiriyor ve halihazırda hakim ‘milli devlet’ kurgusu ile bu sorunların çözülemeyeceğini, dolayısıyla, Türkiye’nin iç ve dış barışa kavuşamayacağını iddia ediyor.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e üçüncü miras ise jakoben bir siyasi kültürü içselleştirmiş siyasi ve bürokratik elit. Aşırı milliyetçi, kutsallaştırılmış bir devlet ve millet için gerekirse şiddete bile başvuran ve bunu yaparken de hiçbir suçluluk duygusu duymayan bir elit…
Göçek’in tartıştığı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e son miras ise ‘komplocu bir zihniyet’. Bu komplocu zihniyet Türklerin sürekli bir korku söylemi inşa etmelerine sebep oluyor. Bu söylemde Türkler her daim düşmanlarla dolu bir çevrede bağımsızlıklarını koruma durumundadırlar.
Kitap’ın ilk dört bölümü bu mirasları tartışırken, geri kalan üç bölüm Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte yaşanan bir karanlık nokta üzerine yoğunlaşıyor. Bu karanlık nokta Ermeni tehciri ve katliamları. Bölümlerden birisinde, Göçek, Türkiye’de yaşayan iki Ermeni hikaye/roman yazarının eserlerini ele alıyor. Bu bölümde okuyucu esasında Türkiye’de Ermeni olmak ne demek ve Ermeni tehciri ve katliamlarının Türkiye’de kalan Ermeniler üzerindeki psikolojik etkisini, susturulma, hissediyor. Diğer bir bölümde, Göçek 24 Nisan 1915 tarihinin Türkler ve Ermeniler tarafından ortak bir yas günü olması için bir öneri getiriyor. Göçek ayrıca tehcirde hayatları yokolan onlarca entellektüel-profesyonel Ermeniyi isimi isim anarak bir anlamda tehcirle Türkiye’nin neler kaybettiğine somut örnekler sunuyor. Son bölümde ise, Göçek, İttihat ve Terakki’nin Ermeni politikalarına karşı duran ve bu karşı duruşunun fiyatını hayatı ile ödeyen Hüseyin Nesimi’yi hatırlatıyor.
Bu kitapla Fatma Müge Göçek Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte Ermeni meselesini merkeze alarak Türk modernleşmesine kritik bir okuma getiriyor. Ermeni tehciri ve katliamlar ile Göçek, Türk tarih çalışmalarında hakim bir bakış açısını, ki bu bakış açısında Türk modernleşmesi her anlamda ilerlemeyi temsil eder, sorgulamamıza yardımcı oluyor.
Öte yandan kitabın eleştirilmesi gereken bir çok yönü var. İlk olarak, Osmanlı’nın Cumhuriyet’e mirasları eşit derecede dikkat ve titizlikle ele alınmıyor. Birinci ve ikinci mirasların tartışması oldukça yüzeysel ve üçüncü ve dördüncü mirasların tartışması kadar detaylı ve zengin değil. Kitapta ele alınan bütün konular için en fazla yeri dördüncü miras işgal ediyor. Bu mirası ele alan bölüm tam 86 sayfa ve bu haliyle kitabın yüzde 35’ini oluşturuyor. Bu haliyle kitap daha çok bu bölüme birazda zorlama ilişkilerle eklenmiş makaleler derlemesi gibi gözüküyor.
İkincisi, kitap Osmanlı’dan Cumhuriyet’e mirasların bugünü etkilediğini iddia ediyor ama aradan geçen on yıllar boyunca bu mirasların hangi mekanizmalarla korunduğuna dair ikna edici bir savunma yapamıyor. En titiz ele alınan dördüncü mirasın bile günümüze nasıl aktarıldığına dair bir açıklama çabasına girmiyor Göçek… Yazar için, Türklerin söz konusu korkusu gerçek bir korku değil, daha çok kurgulanan bir korku. Fakat, Türkler için bu korku gerçek mi, kurgu mu? Göçek’in kitabı bir cevap vermiyor.
Bu önemsiz bir konu değil. Zira yazar bu korkuya iddia ettiğinin aksine sosyolojik bir olgu olarak yaklaşmıyor. Daha çok psiko-patolojik bir bozukluk muamelesi yapıyor. Bu yüzden de söz konusu mirasa ‘Sevr Sendromu’ adını veriyor. Böylece bu olgu sosyal bilimsel teorilerle açıklanamayacak psikolojik bir olgu olarak kategorize edilmiş oluyor.
Son olarak, Göçek akademik bir çalışmaya yakışmayan ve çok dikkatlice düşünülmemiş bazı önermelerde bulunuyor. Mesela bir iddiasına göre Osmanlılar son bir kaç on yıl içinde topraklarının yüzde 90’ını kaybetti. Veya bugünki topraklar kısa bir süre öncesine kadar elde bulunan toprakların yüzde 10’una tekabül ediyor. Bu iddiayı ciddiye alırsak, Osmanlı’nın 19. Yüzyıl ortasındaki toprak miktarı 7 milyon küsür kilometre kare olması gerekir, ki bu düpedüz yanlış bir önerme. Bir başka önerme ise, tehcir ve katliamlar olmasaydı, bugün Türkiye’de 20 milyon Ermeni’nin olacağı… Öte yandan yazar Ermenilerin Osmanlı nüfusunun yüzde 10’unu oluşturduğunu da iddia ediyor. Bugün Türkiye nüfusu 75 milyon civarında ise, Ermeninlerin en iyi ihtimalle 10 milyon olması gerekir. Diğer bir iddia ise, Türklerin Ermenilere karşı yapılanlardan duyduğu suçluluk duygusu ile konu hakkında susmayı tercih ettiğini iddia ediyor. Yapılan psikolojik analiz bir tarafa, bu suskunluk iddiasına Göçek herhangi bir kanıt getirmiyor.
Bu problemlere rağmen yine de kitap Türk çalışmalarına önemli bir katkıda bulunuyor. Göçek, Osmanlı’nın son döneminde yaşanan şiddeti dönemin şartları içerisinden de okumasını yapıyor. Yani okuyucunun söz konusu şiddetin neden olduğunu anlamasına yardımcı oluyor. Öte yandan, bir çok Türk akademiklerinin yaptığını da yapmıyor Göçek. Söz konusu şiddeti ahlaken yasallaştırmıyor. Gökçek yaşananlara karşı çok güçlü bir ahlaki karşı duruş sergiliyor. Bu ahlaki duruş kitabın önemli bir zaaf noktasını da oluşturuyor. Özellikle son üç bölüm akademik analizlerden daha çok, bir dava propagandasına dönüşüyor. Daha da vahimi, Göçek’in davası sadece Ermeni trajedisinin Türk devleti tarafından tanınması ile sınırlı. Halbuki, Türk modernleşmesine getirdiği eleştiri ile, Göçek çok daha kapsamlı bir reform avukatlığına girişebilirdi.
1 Ağustos 2011 Pazartesi
Cemalettin Canlı ve Yusuf K. Beysülen, Zaman İçinde Bediüzzaman, İletişim Yayınları, 2010
Osmanlı/Türk modernleşmesi yazınında hakim görüş modernleşmenin dini toplumsal hayatın dışına atma çabası olduğudur. Nitekim Niyazi Berkes'in bu alandaki klasik eseri, Türkiye'de Çağdaşlaşma'nın ingilizce aslı Türkiye'de Sekülerleşmenin Gelişimi (The Development of Secularism in Turkey)'dir. Bernard Lewis'in Modern Türkiye'nin Doğuşu da Osmanlı/Türk modernleşmesi sekülerleşme süreci etrafında kurgular. İlginçtir ki, Berkes-Lewis kurgusu hemen hemen Türkiye'de her kesim, İslamcı olsun, Kemalist olsun, tarafından kabul edilmiştir. Süreç sonucunda din, devlet, siyaset, ekonomi ve diğer alanlardan dışlanmış, vicdanlara hapsedilmiştir. Türkiye'de İslamcı söylem bu kurgunun bir adım ötesine gidip, özellikle Cumhuriyet döneminde amacın dinin vicdanlardan da atılması olduğunu öne sürer.
Bu klasik kurguyu te'yid eden en önemli örnek kuşkusuz Bediüzzaman Said Nursi örneğidir. Osmanlı'nın son döneminin bu hırçın İslamcısının, Cumhuriyet döneminde hapis hapis, mahkeme mahkeme, belde belde sürülmesi tek parti iktidarının dini bastırmasının mükemmel bir örneği olarak karşımıza sunulur. Said Nursi'nin bizzat kendisinin de bu resme önemli katkılarda bulunduğuna şüphe yoktur. Said Nursi Cumhuriyet ilan edildiğinde, 50 yaşlarında, evlenmemiş ve daha yaşayacak 37 yılı olan birisiydi. Demokrat Parti dönemi dahil, bu 37 yılı ne açıdan bakılırsa bakılsın rejimin uygulamaları tarafından harcandı. Bundan dolayı birilerine kızgın/kırgın olması, bütün bunların onun başına neden geldiğini, hayatını manalandırmaya çalışması gayet doğaldır, insanidir. Doğal olmayan, olmaması gereken, bu oldukça şahsi okumanın üzerine tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin yakın Türkiye tarihini kurgulamalarıdır.
Kuşkusuz ki, Said Nursi'nin hayatı bize Osmanlı/Türk modernleşmesi ve din ilişkisine dair önemli ipuçları sağlar. Şerif Mardin'in Bediüzzaman Said Nursi Olayı bu iddianın en ikna edici delili olsa gerek. Öte yandan Said Nursi'nin hayatı bilinmezliklerle doludur. Birazda bu yüzden, hayatından bölük pörçük alıntılar yukarıda özetlediğim klasik kurgu için mükemmel veriler sunabilir. Hayat hikayesine kaynak olacak eser, Tarihçe-i Hayat şahsından daha çok eserlerini nazara verir. Sadık takipçilerinin yazdıkları biyografik çalışmalar menkıbe ile gerçekleri birbirine karıştırır. Bu yüzden bu hayat hikayeleri faydalı olsalar da, konu ile alakalı tarih ve sosyal bilimler çalışmalarında dikkatlice kullanılmazlarsa yanıltıcı olabilir.
Cemalettin Canlı ve Yusuf Kenan Beysülen'in araştırmacılık örneği çalışması Zaman İçinde Bediüzzaman bu eksikliği önemli ölçüde gideriyor. Said Nursi'nin hayatı çocukluğundan ölümüne büyük bir titizlikle yeniden kurgulanmış bu kitapta. Belgelerin sustuğu yerde, iki yazar oldukça makul akıl yürütmelerle Said Nursi'nin hayat hikayesini dolduruyor ve gözlerimizin önüne seriyor.
Din adamları, özellikle Said Nursi gibi efsane bir isim, takipçilerinin kaleminde insanüstü bir varlık haline dönüşür. Eserleri de zaman ve mekandan bağımsızlaşır. Bu yüzden söz konusu kişiyi anlamak zorlaşır. Canlı ve Beysülen'in kurguladığı hayat hikayesinde ise, Said Nursi ile daha çok empati kurabildim, onu daha iyi anlayabildim. Çünkü gözümün önünden insanüstü bir varlığın değil, bir insanın mücadelesi geçti. Hayalleri ve hayal kırıklıkları ile, acıları ve sevinçleri ile, zaafları ve yetenekleriyle, inatçılığı ve kompleksleriyle, korkularıyla, dini için herşeyi kaybetmeyi göze almış idealistliği ile bir insan belirdi hayalimde. Devletin hemen hemen hiçbir imkanının ulaşmadığı, Van gölünü güneyden çevreleyen yalçın dağların kucağında doğmuş birisinin nasıl tarihi bir şahsiyet haline gelebildiğinin hikayesini okudum. İstanbul'a 1907'de gelip, Kürtlerin Osmanlı/Türk devletine sadakatlerinin devamı için kendine göre bir çözümünü bulmuş ve bu çözümü hayata geçirmek için çırpınan gencecik birisi ile tanıştım kitapta. Takip eden 18 yıl içerisinde de bütün çırpınmalarının nasıl hüsranla bittiğini görüp büyük bir hayal kırıklığı ile memleketine dönen bir insanı hayal ettim. Muhtemelen İstanbul Türkçesi konuşamadığı, İstanbul'un elit çevrelerinden uzak giyimi ile de alay edilen bir insandı.
İstanbul'dan ilk uzaklaşmasında şöyle diyordu Said Nursi: "Ey Koca İstanbul... Elveda ey gelin libası giymiş acuze-i şemta! Usandım; sen zehirli bala benzersin. Belki, medeni libası giymiş vahşi adama benzersin. Sureten ne kadar medeniliğin var; sireten dahi nifak, sefahet, ağraz içinde o kadar, o derece vahşisin.." (s.164)
Canlı ve Beysülen bu kitapta Said Nursi'nin eserlerini bu hikayenin içerisine yerleştirerek onu daha iyi anlamamıza yardımcı olmuş. Mesela, Said Nursi'yi döneminin diğer İslamcı reformistlerinden ayıran en önemli risalesi, İçtihad Risalesi'nin Kurtuluş Savaşını müteakiben Ankara'da kaldığı süre içinde, Arapça yazdığı bilgisi inanılmaz önemli bir not. Yine çok önemli eserler Sikke-i Tasdik-i Gaybi ve 5. Şua'ların aslında Risale-i Nur'ların mücedditlik iddiasını doğrulamak amacıyla yazılması peşi sıra gelen Abdülhakim Arvasi ile yaşanan tartışmayı anlamamıza yardımcı oluyor.
Kitabın yakın Türkiye tarihini anlamamıza yardımcı olacak önemli bir katkısı, dini grup ve muhafazakar kesimlerin Demokrat Parti ile birlikte sağ partilere yaklaşma sürecini detaylandırması. Bunu Said Nursi'nin aslında 1917 devriminin hemen ertesinde komünizme sempatik yaklaşması arkaplanında okumakta ayrıca şaşırtıcı.
Bence, kitabın en önemli katkısı, en başta özetlediğim Osmanlı/Türk modernleşmesi ve din arasındaki hakim algıya önemli bir itiraz getirmesi. Said Nursi'nin Cumhuriyet tecrübesi aslında bize aktarıldığı kadar rejimin din karşıtlığına hükmetmemizi netice verecek bir tecrübe değil. Kitaptaki anlatıma göre, Said Nursi Demokrat Parti döneminde devletle daha fazla sorun yaşıyor, tek parti döneminde değil. Sürekli gözetim altında olmasının sebebi ise, din adamlığından daha çok Kürtlüğü.
Kitapta daha birçok ilginç bilgi var. Hepsini burada paylaşmam mümkün değil. Bir bütün olarak kitap Osmanlı/Türk modernleşmesine dair önyargılarımızı ve önkabullerimizi ciddi bir sorgulamaya tabi tutuyor. Konu ile alakalı son sözü tabi ki söylemiş değil. Ama bundan sonra Canlı ve Beysülen'in çalışmasını gözardı eden her çalışma eksik olacaktır.
Bazı kitaplar vardır, keşke bu kitabı ben yazsaydım dersiniz. Zaman İçinde Bediüzzaman benim için öyle bir kitap. Keşke ben yazmış olsaydım.
Bu klasik kurguyu te'yid eden en önemli örnek kuşkusuz Bediüzzaman Said Nursi örneğidir. Osmanlı'nın son döneminin bu hırçın İslamcısının, Cumhuriyet döneminde hapis hapis, mahkeme mahkeme, belde belde sürülmesi tek parti iktidarının dini bastırmasının mükemmel bir örneği olarak karşımıza sunulur. Said Nursi'nin bizzat kendisinin de bu resme önemli katkılarda bulunduğuna şüphe yoktur. Said Nursi Cumhuriyet ilan edildiğinde, 50 yaşlarında, evlenmemiş ve daha yaşayacak 37 yılı olan birisiydi. Demokrat Parti dönemi dahil, bu 37 yılı ne açıdan bakılırsa bakılsın rejimin uygulamaları tarafından harcandı. Bundan dolayı birilerine kızgın/kırgın olması, bütün bunların onun başına neden geldiğini, hayatını manalandırmaya çalışması gayet doğaldır, insanidir. Doğal olmayan, olmaması gereken, bu oldukça şahsi okumanın üzerine tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin yakın Türkiye tarihini kurgulamalarıdır.
Kuşkusuz ki, Said Nursi'nin hayatı bize Osmanlı/Türk modernleşmesi ve din ilişkisine dair önemli ipuçları sağlar. Şerif Mardin'in Bediüzzaman Said Nursi Olayı bu iddianın en ikna edici delili olsa gerek. Öte yandan Said Nursi'nin hayatı bilinmezliklerle doludur. Birazda bu yüzden, hayatından bölük pörçük alıntılar yukarıda özetlediğim klasik kurgu için mükemmel veriler sunabilir. Hayat hikayesine kaynak olacak eser, Tarihçe-i Hayat şahsından daha çok eserlerini nazara verir. Sadık takipçilerinin yazdıkları biyografik çalışmalar menkıbe ile gerçekleri birbirine karıştırır. Bu yüzden bu hayat hikayeleri faydalı olsalar da, konu ile alakalı tarih ve sosyal bilimler çalışmalarında dikkatlice kullanılmazlarsa yanıltıcı olabilir.
Cemalettin Canlı ve Yusuf Kenan Beysülen'in araştırmacılık örneği çalışması Zaman İçinde Bediüzzaman bu eksikliği önemli ölçüde gideriyor. Said Nursi'nin hayatı çocukluğundan ölümüne büyük bir titizlikle yeniden kurgulanmış bu kitapta. Belgelerin sustuğu yerde, iki yazar oldukça makul akıl yürütmelerle Said Nursi'nin hayat hikayesini dolduruyor ve gözlerimizin önüne seriyor.
Din adamları, özellikle Said Nursi gibi efsane bir isim, takipçilerinin kaleminde insanüstü bir varlık haline dönüşür. Eserleri de zaman ve mekandan bağımsızlaşır. Bu yüzden söz konusu kişiyi anlamak zorlaşır. Canlı ve Beysülen'in kurguladığı hayat hikayesinde ise, Said Nursi ile daha çok empati kurabildim, onu daha iyi anlayabildim. Çünkü gözümün önünden insanüstü bir varlığın değil, bir insanın mücadelesi geçti. Hayalleri ve hayal kırıklıkları ile, acıları ve sevinçleri ile, zaafları ve yetenekleriyle, inatçılığı ve kompleksleriyle, korkularıyla, dini için herşeyi kaybetmeyi göze almış idealistliği ile bir insan belirdi hayalimde. Devletin hemen hemen hiçbir imkanının ulaşmadığı, Van gölünü güneyden çevreleyen yalçın dağların kucağında doğmuş birisinin nasıl tarihi bir şahsiyet haline gelebildiğinin hikayesini okudum. İstanbul'a 1907'de gelip, Kürtlerin Osmanlı/Türk devletine sadakatlerinin devamı için kendine göre bir çözümünü bulmuş ve bu çözümü hayata geçirmek için çırpınan gencecik birisi ile tanıştım kitapta. Takip eden 18 yıl içerisinde de bütün çırpınmalarının nasıl hüsranla bittiğini görüp büyük bir hayal kırıklığı ile memleketine dönen bir insanı hayal ettim. Muhtemelen İstanbul Türkçesi konuşamadığı, İstanbul'un elit çevrelerinden uzak giyimi ile de alay edilen bir insandı.
İstanbul'dan ilk uzaklaşmasında şöyle diyordu Said Nursi: "Ey Koca İstanbul... Elveda ey gelin libası giymiş acuze-i şemta! Usandım; sen zehirli bala benzersin. Belki, medeni libası giymiş vahşi adama benzersin. Sureten ne kadar medeniliğin var; sireten dahi nifak, sefahet, ağraz içinde o kadar, o derece vahşisin.." (s.164)
Canlı ve Beysülen bu kitapta Said Nursi'nin eserlerini bu hikayenin içerisine yerleştirerek onu daha iyi anlamamıza yardımcı olmuş. Mesela, Said Nursi'yi döneminin diğer İslamcı reformistlerinden ayıran en önemli risalesi, İçtihad Risalesi'nin Kurtuluş Savaşını müteakiben Ankara'da kaldığı süre içinde, Arapça yazdığı bilgisi inanılmaz önemli bir not. Yine çok önemli eserler Sikke-i Tasdik-i Gaybi ve 5. Şua'ların aslında Risale-i Nur'ların mücedditlik iddiasını doğrulamak amacıyla yazılması peşi sıra gelen Abdülhakim Arvasi ile yaşanan tartışmayı anlamamıza yardımcı oluyor.
Kitabın yakın Türkiye tarihini anlamamıza yardımcı olacak önemli bir katkısı, dini grup ve muhafazakar kesimlerin Demokrat Parti ile birlikte sağ partilere yaklaşma sürecini detaylandırması. Bunu Said Nursi'nin aslında 1917 devriminin hemen ertesinde komünizme sempatik yaklaşması arkaplanında okumakta ayrıca şaşırtıcı.
Bence, kitabın en önemli katkısı, en başta özetlediğim Osmanlı/Türk modernleşmesi ve din arasındaki hakim algıya önemli bir itiraz getirmesi. Said Nursi'nin Cumhuriyet tecrübesi aslında bize aktarıldığı kadar rejimin din karşıtlığına hükmetmemizi netice verecek bir tecrübe değil. Kitaptaki anlatıma göre, Said Nursi Demokrat Parti döneminde devletle daha fazla sorun yaşıyor, tek parti döneminde değil. Sürekli gözetim altında olmasının sebebi ise, din adamlığından daha çok Kürtlüğü.
Kitapta daha birçok ilginç bilgi var. Hepsini burada paylaşmam mümkün değil. Bir bütün olarak kitap Osmanlı/Türk modernleşmesine dair önyargılarımızı ve önkabullerimizi ciddi bir sorgulamaya tabi tutuyor. Konu ile alakalı son sözü tabi ki söylemiş değil. Ama bundan sonra Canlı ve Beysülen'in çalışmasını gözardı eden her çalışma eksik olacaktır.
Bazı kitaplar vardır, keşke bu kitabı ben yazsaydım dersiniz. Zaman İçinde Bediüzzaman benim için öyle bir kitap. Keşke ben yazmış olsaydım.
27 Temmuz 2011 Çarşamba
Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis Yayınları, 2009
İslam'da kadın konusu belli önyargılar ve genel geçer varsayımlar esas alınarak çalışılıyor. Özellkle Türkiye'deki çoğu feminist yazar İslamda kadın konusuna belli ön kabullerle ve dine karşı başlangıçtan var olan (a priori) negatif yargılarla yaklaşıyor. 'Din gelişmeye engeldir, din geri kalmanın kaynağıdır' şeklindeki yaklaşım modern kadın çalışmalarında hakim. Bu yaklaşımın uzantısı olan 'kadınların ikincil konumuna islamın sebep olduğu' fikri ülkemizde seküler feminist yazarlar tarafından geniş kabul görüyor. Karşılaştırmalı din analizi yapan bazı feministler yalnızca İslamı değil Hıristiyanlık ve Yahudiliği de çalışmalarına dahil ederek daha genel anlamda bütün dinlerin kadınların ikincil statüsünden sorumlu olduğunu iddia etmeye kadar gidiyor. Son zamanlarda okuduğum, Fatmagül Berktay'ın 'Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın' kitabı bu alanda güzel bir örnek. Kitap yalnızca İslamı değil, Hıristiyanlık ve Yahudilik ile kutsal kitaplarını da içerisine dahil ederek genel bir iddiaya varıyor. Ataerkil toplum biçimlerinin ve buna bağlı olarak kadınların yaşadığı sorunların sorumlusunun 'din' olduğunu öne süren bu iddia, bazı önyargıları ve yanlış kabulleri içinde barındırması bakımından tartışmalı.
Herşeyden önce dini geleneksel ve katı bir bağ olarak tanımlayan ve modernleşmenin önündeki en büyük engel olarak nitelendiren bu yaklaşım, modernitenin tanımını tek yönlü ve hatalı yapıyor. Bu yaklaşım en başından dinleri 'anti modern' ya da 'ilkel' olarak tanımlayıp, yıllar geçtikçe ve şartlar değiştikçe yerinde sayan ve hiçbir gelişme göstermeyen sabit yapılar olarak varsayıyor. Berktay'ın kitabında herşeyden önce bu varsayımın gücü hissediliyor.
Diğer bir sorun da kitapta İslam, Hristiyanlık ve Yahudiliğin kadına yaklaşım açısından aynı kefede tutulması ve yazarın iddiasına ulaşmada benzer işlevi görmesi. Oysa Hristiyanlık ve Yahudilik düşüncesi ile İslam arasında kadına yaklaşım açısından temelde bariz farklar mevcut. Bu farklılıkları 'yaratılış' ve 'cennetten kovulma' kıssalarında görmek mümkün. İnsanlığın ortaya çıkışını ve dünyadaki maddesel yaşamın başlangıcını teorize eden bu kıssalar kadın ve erkek arasındaki dinamikleri büyük ölçüde etkileyerek cinsler arasında bir hiyerarşi kurmada önemli. Nitekim Hristiyanlık ve Yahudiliğin bu iki meseleyi ele alışı ile (kadını ilgilendiren kısımlar açısından) İslamın yaklaşımı arasında büyük farklar var. Berktay'ın kitabındaysa bu farklardan ziyade, tüm dinlerde 'ortak' olan bazı kavram ve algılar ele alnıyor ve bunların kadınların gelişmesine nasıl 'engel' olduğu anlatılıyor.
Konuyu daha net anlamak ve kitaptaki eksik noktaları aydınlatmak için yaratılış ve cennetten kovulma hikayelerinin kutsal kitaplarda nasıl ele alındığını derinlemesine analiz etmek gerekiyor. Zira bu iki mesele dini sistemlerde kadının nasıl algılandığına dair önemli bir ipucu niteliğinde. Hz Adem ile Hz Havva'nın yaratılan ilk insanlar olduğu inancı üç dinde de ortak olan bir nokta. Ancak arada bazı farklılıklar bulunuyor. Bunlardan ilki 'kaburga kemiği' hikayesi. Buna göre Allah (ya da genel ifade ile Tanrı) ilk Adem'i yarattı, sonrasında ise O'nun kaburga kemiğinden bir parça alarak eşi Havva'yı yarattı. Yaratılış süreci İncil ve Tevrat'ta kısaca bu şekilde ifade ediliyor. Kuran'da ise yaratılışla alakalı bölüm Nisa suresi'nde geçen 'Rabbiniz sizi tek bir nefisten yarattı, ondan da eşini yarattı..' ayetiyle anlatılıyor. Ancak ayette geçen 'nefis' kelimesi tefsirciler tarafından farklı yorumlanarak Hz Havva'nın eşi Hz Adem'den, Onun kaburga kemiğinden yaratıldığı yönündeki inanca eklemleniyor. İslami çevrelerde geniş kabul gören bu yaklaşım aslında bizzatihi İslam'a ve kutsal Kitap Kuran'a dayanmıyor. Ancak gerek Kur'an dili olan Arapça'nın 'cinsiyet temelli' yapısı gereği 'nefis' kelimesinin farklı şekillerde tanımlanması, gerekse Kuran'ın indiği dönemde yaratılış konusunda hakim olan inancın Tevrat'ın Tekvin kitabında geçen hikayeye dayanması kaburga kemiği meselesinin İslama atfedilmesine yol açıyor.
Yaratılış bahsinin dışında İslam ile Yahudilik ve Hristiyanlığı birbirinden ayıran en önemli fark şüphesiz 'cenneten kovulma' kıssası. Cennette bulunan yasak bir ağacın meyvesinden yiyen Hz Adem ve Hz Havva'nın cenneten kovularak dünyaya gönderilişinin anlatıldığı kıssa kutsal kitaplarda çok önemli bir noktada farklılaşıyor. Tevrat'ın Tekvin kitabında geçen hikayede şeytan ilk olarak Hz Havva'nın aklına giriyor ve Onu yasak meyveyi yemeye ikna ediyor. Havva ise Adem'in aklını çelerek Onun da yasak meyveden yemesini sağlıyor. Tanrı'ya karşı kendini savunmaya çalışan Adem ise kendisinin bir suçu olmadığını, Havva'nın aklını çeldiğini söylüyor. Bunun sonucunda Tanrı Havva özelinde tüm kadın cinsini 'doğum sancısı ve erkeğe itaat' ile cezalandırırken erkekleri de 'sıkıntılı bir dünya hayatı yaşamaya' mahkum ediyor.
Hikayenin benzer şekilde anlatıldığı İncil'de kadın çok daha net bir ifade ile suçlanıyor. İlgili bölümlerde 'Aslında Adem'in şeytana uymadığı ancak Havva'nın şeytana uyarak günaha girdiği' belirtilerek sorumluluk açıkça kadına yükleniyor. Tevrat ve İncil'de geçen bu bahis kadın ve erkek arasında ciddi bir hiyerarşi yaratırken kadının toplumda tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülerek 'lanetlenmesine' neden oluyor. Bütün bunların bir sonucu olarak o dönem kiliselerinde 'kadının ruh sahibi olup olmadığı'nın dahi tartışma konusu olması, hatta 16. yüzyıl Fransa'sında 'kadının ruh taşıdığı ancak bu ruhun şeytani olduğu' sonucuna varılması şaşırtıcı değil.
Oysa Kuran'da ilgili kıssa anlatılırken dengeli ve eşit bir yaklaşım benimseniyor. 'Şeytan o ikisine fısıldadı', 'Onları yoldan çıkardı' gibi ifadeler Hz Adem ile Hz Havva'ya eşit sorumluluk yüklendiğini gösteriyor. Ancak Tevrat ve İncil'de geçen ve kadını aşağılayan ifadelerin, dönemin Plato'ya dayanan hakim Yunan felsefesi de göz önüne alındığında Kuran tefsirlerinde ciddi izler bıraktığını söylemek mümkün. Nitekim klasik tefsir alimlerinin bir bölümü Tevrat ve İncil'de geçen ifadeleri esas alarak Hz Havva'nın 'erkeğin kadın tarafından yoldan çıkarılmasına ilk örneği teşkil ettiğini' iddia ediyor. Bu durum Yunan felsefesi ve Yahudi-Hristiyan kültürünün İslam düşüncesine ne denli etki ettğini ve kadın hakkında yalan yanlış bir çok inancın İslam'a nasıl sızdığını gözler önüne seriyor. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi eserlerinde 'İsrailiyat ve Yunan felsefesinin Kuran tefsirlerine sirayet ettiğini' söylerken tam da bu noktaya işaret ediyor. Kadını fitne ve fesadın kaynağı olarak gören zihniyetin günümüz müslüman toplumlarında İslami bir kisvede karşımıza çıkması ise düşündürücü. Suudi Arabistan'da kadınların araba kullanmasının 'yeryüzüne fitne fesat yaydıkları gerekçesiyle yasaklanması', kaynağını Yahudi-Hristiyan geleneğinden alan bu ve benzeri inançların, asıl kaynakları araştırılmaksızın İslama dayandırılmasına sebebiyet veriyor.
Tüm bunların yanı sıra her ne kadar ilahi olsalar da tüm dinler bir anlamda 'insan' yapımı. Her din, ortaya çıktığı dönemin şartları ve kafa yapıları doğrultusunda şekilleniyor. Dinlere, ya da daha spesifik olursak kutsal kitaplara halen kullanmakta olduğumuz bazı kavram ve ifadeleri yükleyen biz insanlarız. Dolayısıyla bir dinin direk ve kati olarak herhangi bir alandaki bozukluktan ya da aksaklıktan sorumlu tutulması doğru bir yaklaşım değil. Bu nedenle din sistemlerinde kadın incelenirken 'ilahi olan din' ile 'dünyevi olan insan' arasındaki ayrımı gözetmek, din ile dini yaşayan insanlar arasında fark olduğunu kabul etmek gerekiyor. Müslüman dünyası özelinde konuşursak, Suudi Arabistan'da kadının geri kalmış olması bizzat İslam'dan değil onu yorumlayan insanların, yani müslümanların anlayışından kaynaklanıyor. Bu nedenle İslam'da kadını değerlendirirken, esas kutsal metin olan Kuran ile sınırlı insan zihninin bir ürünü olan tefsirler arasında farklılıklar olduğunu, ayetlerin yorumlanmasında dönemim hakim yargı ve inançları gibi pek çok 'dış faktörün' etkili olduğunu unutmamak gerekiyor. Kısaca var olan bir aksaklıktan direk din sorumlu tutulmadan önce sebep-sonuç ilişkilerinin daha derin analiz edilmesi lazım.
Fatmagül Berktay'ın çalışması tüm dinlerin, özelde ise İslam'ın, kadına bir nevi 'düşman' yaklaştığı varsayımından yola çıkarak en başında hata yapıyor. Modern feminist yazarların kabul etmesi gereken nokta, dinin 'kadınların gelişmesi önündeki en büyük engel' ve geri kalmaya tek sebep' olmak zorunda olmadığı; bilakis doğru ve özüne uygun bir şekilde yorumlandığında kadına ihtiyacı olan gücü fazlasıyla verebileceği gerçeği. 'Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın' ve benzeri çalışmalar, bu saydığım ön kabuller ile hareket etmeleri bakımından eksik kalıyor. Kadının Kuran'da, yukarıda bahsettiğim kıssalardan hareketle, İncil ve Tevrat'takinden bariz bir üstünlükle ele alınmasına rağmen günümüzde neden müslüman dünyasında daha çok sorunla karşı karşıya kaldığını açıklamak için, tüm önyargı ve kabullerden uzak, daha kapsamlı ve tarafsız çalışmalara ihtiyaç var. Dini temelde reddeden bir zihniyetin din'de kadının yerini açıklamaya çalışması sonu en başından belli bir filme benzer..
Not: Bu kitap yorumu Feyza Gümüşlüoğlu'na aittir. Yazısına Timeturk.com'da 27 Temmuz 2011 tarihinde yayınlanmıştır. Yazıya ulaşmak için: http://www.timeturk.com/tr/makale/feyza-gumusluoglu/tek-tanrili-dinler-ve-yanlis-onkabuller.html
Herşeyden önce dini geleneksel ve katı bir bağ olarak tanımlayan ve modernleşmenin önündeki en büyük engel olarak nitelendiren bu yaklaşım, modernitenin tanımını tek yönlü ve hatalı yapıyor. Bu yaklaşım en başından dinleri 'anti modern' ya da 'ilkel' olarak tanımlayıp, yıllar geçtikçe ve şartlar değiştikçe yerinde sayan ve hiçbir gelişme göstermeyen sabit yapılar olarak varsayıyor. Berktay'ın kitabında herşeyden önce bu varsayımın gücü hissediliyor.
Diğer bir sorun da kitapta İslam, Hristiyanlık ve Yahudiliğin kadına yaklaşım açısından aynı kefede tutulması ve yazarın iddiasına ulaşmada benzer işlevi görmesi. Oysa Hristiyanlık ve Yahudilik düşüncesi ile İslam arasında kadına yaklaşım açısından temelde bariz farklar mevcut. Bu farklılıkları 'yaratılış' ve 'cennetten kovulma' kıssalarında görmek mümkün. İnsanlığın ortaya çıkışını ve dünyadaki maddesel yaşamın başlangıcını teorize eden bu kıssalar kadın ve erkek arasındaki dinamikleri büyük ölçüde etkileyerek cinsler arasında bir hiyerarşi kurmada önemli. Nitekim Hristiyanlık ve Yahudiliğin bu iki meseleyi ele alışı ile (kadını ilgilendiren kısımlar açısından) İslamın yaklaşımı arasında büyük farklar var. Berktay'ın kitabındaysa bu farklardan ziyade, tüm dinlerde 'ortak' olan bazı kavram ve algılar ele alnıyor ve bunların kadınların gelişmesine nasıl 'engel' olduğu anlatılıyor.
Konuyu daha net anlamak ve kitaptaki eksik noktaları aydınlatmak için yaratılış ve cennetten kovulma hikayelerinin kutsal kitaplarda nasıl ele alındığını derinlemesine analiz etmek gerekiyor. Zira bu iki mesele dini sistemlerde kadının nasıl algılandığına dair önemli bir ipucu niteliğinde. Hz Adem ile Hz Havva'nın yaratılan ilk insanlar olduğu inancı üç dinde de ortak olan bir nokta. Ancak arada bazı farklılıklar bulunuyor. Bunlardan ilki 'kaburga kemiği' hikayesi. Buna göre Allah (ya da genel ifade ile Tanrı) ilk Adem'i yarattı, sonrasında ise O'nun kaburga kemiğinden bir parça alarak eşi Havva'yı yarattı. Yaratılış süreci İncil ve Tevrat'ta kısaca bu şekilde ifade ediliyor. Kuran'da ise yaratılışla alakalı bölüm Nisa suresi'nde geçen 'Rabbiniz sizi tek bir nefisten yarattı, ondan da eşini yarattı..' ayetiyle anlatılıyor. Ancak ayette geçen 'nefis' kelimesi tefsirciler tarafından farklı yorumlanarak Hz Havva'nın eşi Hz Adem'den, Onun kaburga kemiğinden yaratıldığı yönündeki inanca eklemleniyor. İslami çevrelerde geniş kabul gören bu yaklaşım aslında bizzatihi İslam'a ve kutsal Kitap Kuran'a dayanmıyor. Ancak gerek Kur'an dili olan Arapça'nın 'cinsiyet temelli' yapısı gereği 'nefis' kelimesinin farklı şekillerde tanımlanması, gerekse Kuran'ın indiği dönemde yaratılış konusunda hakim olan inancın Tevrat'ın Tekvin kitabında geçen hikayeye dayanması kaburga kemiği meselesinin İslama atfedilmesine yol açıyor.
Yaratılış bahsinin dışında İslam ile Yahudilik ve Hristiyanlığı birbirinden ayıran en önemli fark şüphesiz 'cenneten kovulma' kıssası. Cennette bulunan yasak bir ağacın meyvesinden yiyen Hz Adem ve Hz Havva'nın cenneten kovularak dünyaya gönderilişinin anlatıldığı kıssa kutsal kitaplarda çok önemli bir noktada farklılaşıyor. Tevrat'ın Tekvin kitabında geçen hikayede şeytan ilk olarak Hz Havva'nın aklına giriyor ve Onu yasak meyveyi yemeye ikna ediyor. Havva ise Adem'in aklını çelerek Onun da yasak meyveden yemesini sağlıyor. Tanrı'ya karşı kendini savunmaya çalışan Adem ise kendisinin bir suçu olmadığını, Havva'nın aklını çeldiğini söylüyor. Bunun sonucunda Tanrı Havva özelinde tüm kadın cinsini 'doğum sancısı ve erkeğe itaat' ile cezalandırırken erkekleri de 'sıkıntılı bir dünya hayatı yaşamaya' mahkum ediyor.
Hikayenin benzer şekilde anlatıldığı İncil'de kadın çok daha net bir ifade ile suçlanıyor. İlgili bölümlerde 'Aslında Adem'in şeytana uymadığı ancak Havva'nın şeytana uyarak günaha girdiği' belirtilerek sorumluluk açıkça kadına yükleniyor. Tevrat ve İncil'de geçen bu bahis kadın ve erkek arasında ciddi bir hiyerarşi yaratırken kadının toplumda tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülerek 'lanetlenmesine' neden oluyor. Bütün bunların bir sonucu olarak o dönem kiliselerinde 'kadının ruh sahibi olup olmadığı'nın dahi tartışma konusu olması, hatta 16. yüzyıl Fransa'sında 'kadının ruh taşıdığı ancak bu ruhun şeytani olduğu' sonucuna varılması şaşırtıcı değil.
Oysa Kuran'da ilgili kıssa anlatılırken dengeli ve eşit bir yaklaşım benimseniyor. 'Şeytan o ikisine fısıldadı', 'Onları yoldan çıkardı' gibi ifadeler Hz Adem ile Hz Havva'ya eşit sorumluluk yüklendiğini gösteriyor. Ancak Tevrat ve İncil'de geçen ve kadını aşağılayan ifadelerin, dönemin Plato'ya dayanan hakim Yunan felsefesi de göz önüne alındığında Kuran tefsirlerinde ciddi izler bıraktığını söylemek mümkün. Nitekim klasik tefsir alimlerinin bir bölümü Tevrat ve İncil'de geçen ifadeleri esas alarak Hz Havva'nın 'erkeğin kadın tarafından yoldan çıkarılmasına ilk örneği teşkil ettiğini' iddia ediyor. Bu durum Yunan felsefesi ve Yahudi-Hristiyan kültürünün İslam düşüncesine ne denli etki ettğini ve kadın hakkında yalan yanlış bir çok inancın İslam'a nasıl sızdığını gözler önüne seriyor. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi eserlerinde 'İsrailiyat ve Yunan felsefesinin Kuran tefsirlerine sirayet ettiğini' söylerken tam da bu noktaya işaret ediyor. Kadını fitne ve fesadın kaynağı olarak gören zihniyetin günümüz müslüman toplumlarında İslami bir kisvede karşımıza çıkması ise düşündürücü. Suudi Arabistan'da kadınların araba kullanmasının 'yeryüzüne fitne fesat yaydıkları gerekçesiyle yasaklanması', kaynağını Yahudi-Hristiyan geleneğinden alan bu ve benzeri inançların, asıl kaynakları araştırılmaksızın İslama dayandırılmasına sebebiyet veriyor.
Tüm bunların yanı sıra her ne kadar ilahi olsalar da tüm dinler bir anlamda 'insan' yapımı. Her din, ortaya çıktığı dönemin şartları ve kafa yapıları doğrultusunda şekilleniyor. Dinlere, ya da daha spesifik olursak kutsal kitaplara halen kullanmakta olduğumuz bazı kavram ve ifadeleri yükleyen biz insanlarız. Dolayısıyla bir dinin direk ve kati olarak herhangi bir alandaki bozukluktan ya da aksaklıktan sorumlu tutulması doğru bir yaklaşım değil. Bu nedenle din sistemlerinde kadın incelenirken 'ilahi olan din' ile 'dünyevi olan insan' arasındaki ayrımı gözetmek, din ile dini yaşayan insanlar arasında fark olduğunu kabul etmek gerekiyor. Müslüman dünyası özelinde konuşursak, Suudi Arabistan'da kadının geri kalmış olması bizzat İslam'dan değil onu yorumlayan insanların, yani müslümanların anlayışından kaynaklanıyor. Bu nedenle İslam'da kadını değerlendirirken, esas kutsal metin olan Kuran ile sınırlı insan zihninin bir ürünü olan tefsirler arasında farklılıklar olduğunu, ayetlerin yorumlanmasında dönemim hakim yargı ve inançları gibi pek çok 'dış faktörün' etkili olduğunu unutmamak gerekiyor. Kısaca var olan bir aksaklıktan direk din sorumlu tutulmadan önce sebep-sonuç ilişkilerinin daha derin analiz edilmesi lazım.
Fatmagül Berktay'ın çalışması tüm dinlerin, özelde ise İslam'ın, kadına bir nevi 'düşman' yaklaştığı varsayımından yola çıkarak en başında hata yapıyor. Modern feminist yazarların kabul etmesi gereken nokta, dinin 'kadınların gelişmesi önündeki en büyük engel' ve geri kalmaya tek sebep' olmak zorunda olmadığı; bilakis doğru ve özüne uygun bir şekilde yorumlandığında kadına ihtiyacı olan gücü fazlasıyla verebileceği gerçeği. 'Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın' ve benzeri çalışmalar, bu saydığım ön kabuller ile hareket etmeleri bakımından eksik kalıyor. Kadının Kuran'da, yukarıda bahsettiğim kıssalardan hareketle, İncil ve Tevrat'takinden bariz bir üstünlükle ele alınmasına rağmen günümüzde neden müslüman dünyasında daha çok sorunla karşı karşıya kaldığını açıklamak için, tüm önyargı ve kabullerden uzak, daha kapsamlı ve tarafsız çalışmalara ihtiyaç var. Dini temelde reddeden bir zihniyetin din'de kadının yerini açıklamaya çalışması sonu en başından belli bir filme benzer..
Not: Bu kitap yorumu Feyza Gümüşlüoğlu'na aittir. Yazısına Timeturk.com'da 27 Temmuz 2011 tarihinde yayınlanmıştır. Yazıya ulaşmak için: http://www.timeturk.com/tr/makale/feyza-gumusluoglu/tek-tanrili-dinler-ve-yanlis-onkabuller.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)