Bir Kitap ve Düşündürdükleri
İlk önce düşündürdükleri...
Hatırlayalım. Davutoğlu’nun Türkiye’nin dış politikası için belirlediği prensipler şunlardı:
Komşularla sıfır sorun, güvenlik ve özgürlük arasındaki denge, komşularla sıfır sorun, çok boyutlu bir dış politika, pro-aktif bir bölgesel politika, yepyeni bir diplomatik tarz ve ritmik diplomasi…
Bunlara kim itiraz edebilirdi ki? Başarılıp başarılamayacağına dair burun kıvrılabilirdi belki. Ama ortaya konan hedefler arzulanır hedeflerdi. O hedefleri hayata geçirmek için çabalayarak ne kaybedilebilirdi ki...
Belki bu yüzden olsa gerek AKP dönemi Türkiye’nin dış politikasını ve o politikanın entellektüel mimarı Ahmet Davutoğlu’nu uzun süre eleştiren çıkmadı. 2011 yılının Haziran ayında Ankara’da iki farklı akademik ortamda buna cüret etmiş, bulunduğum ortamdaki iki profesörümüz tarafından haddim bildirilmişti, ki bu ortamlardan bir tanesi AKPli bir yazarın daha sonra yıkalım diyeceği ODTÜ idi.
Sonraları Türkiye’deki bu Davutoğlucu atmosfer çok değişti. Özellikle Türkiye’nin Arap Baharı ile Suriye’ye yönelik politikasının değişmesi ile birlikte… 2012 yılında Davutoğlu’na yönelik iki gensoru verildi mesela. Mayıs ayında verilen gensoru Davutoğlu’na ateş püskürüyordu. Davutoğlu “ilkesiz, tutarsız ve hayalci” olmakla, Türkiye’nin “güvenliğini tehlikeye” atmak ve “çıkarlarına zarar” vermekle suçlanıyordu.
Bugün ise gelinen nokta ortada... Erdoğan’ın bile kabul ettiği bir yalnızlık içinde Türkiye... Bu yalnızlığı ‘değerli’ olarak nitelemek ise ucuz bir demagoji o kadar...
Bu neticeden Davutoğlu tek başına ne kadar sorumlu? Ayrı bir mesele… Erdoğan’ın müdaheleleri göz ardı edilebilir mi? Özellikle Mısır ile kopan ilişkilerin tek sorumlusu belki de o… Suriye politikasına ise Davutoğlu kadar Hakan Fidan da müdahil oldu. Bu üçlünün her yaptığını her söylediğini allayıp pullayıp kamuoyu oluşturan yazarı çizeri ile AKP medyası ve akademisi de o kadar masum değil…
Davutoğlu başta söz konusu kadronun bu süreçte yaptığı en büyük hata, USAK’ın Analist dergisinde 2012 Eylül ayında yayınlanan bir başka yorum-yazımda belirttiğim gibi, “olduğundan daha güçlü bir Türkiye söylemini tutturmalarıydı. Bu çok güçlü Türkiye söylemi hem Arap dünyasında hem de Türkiye’de yüksek beklentiler oluşturdu. Haliyle, Türkiye’de bu beklentileri karşılayamadı.”
Halbuki, Arap baharını kendi lehine etkilemeye çalışan ülkelerin arasında Türkiye sert (hard) ve yumuşak (soft) güç anlamında en zayıfıydı. Yine yazıdan alıntılarsam,
“Türkiye’nin caydırıcı bir askeri gücü olsa da, ABD veya İsrail gibi, cezalandırıcı bir askeri gücü bulunmuyor. Türkiye kuşkusuz diğer Arap ülkelerinden daha disiplinli ve güçlü bir orduya sahip, fakat Clausewitz’in anlayışıyla, bu ordu “etkin bir dış politika aracı” olacak kadar güçlü değil.”
Davutoğlu’nun dilinden düşürmediği yumuşak güç kaynakları açısından da Türkiye oldukça zayıftı. Mesela Türkiye’nin Suudi Arabistan, hatta Katar kadar süreci etkilemeye yetecek, sonucu belli olmayan bir kumarda kaybedecek parası yoktu. Yine yazıdan alıntılarsam,
“Bırakın ciddi bir istihbarat akışını, Arap dünyasından Ankara’ya büyükelçilik ve konsolosluk kanallarıyla bile güvenilir analiz ve bilgi akışı olduğundan kuşku duymak için yeterince “tecrübe biriktirmiş” durumdayız. Suudi Arabistan’ı bir tarafa bırakalım. Türkiye’nin dış politikayı etkilemek için çok daha küçük bir ülke olan Katar kadar bile maddi kaynağı bulunmuyor. Türkiye’nin bırakın yedi kıtayı, Arap dünyasından bile düzenli takip edilen, el Arabiye, el Cezire veya CNN ile rekabet edecek tek bir uluslararası kanalı mevcut değil. Türkiye dizileri ve firmaları ile Ortadoğu’da varlığını hissettirse de, eğitim ve fikir üretimi alanında varlığı hemen hemen yok mesabesinde.
Belki de en acısı, Türkiye, Arap dünyasından bir şey talep etme durumunda bir ülke, kendisinden bir şeylerin talep edildiği bir aktör konumunda değil. Örneğin Arap ülkelerinin piyasalarını Türk firmalarına açma ve sermayelerini Türkiye’ye getirmesi amacıyla aktif bir dış politika takip ediliyor ki Başbakan Erdoğan da bunu defalarca dile getirdi.”
“Kısacası, Türkiye’nin Arap baharını etkileyecek ne askeri, ne siyasi, ne ekonomik ne de kültürel gücü vardı. En azından rakiplerine kıyasla oldukça zayıftı...”
Bu zaafiyetler giderilmeden de Türkiye’nin Ortadoğu’da sonucu etkileyecek bir siyaset takip etmesi hemen hemen imkansızdı. Avam bir tabirle ifade edersek, şaha kalkan eşek misali, sırtı üstüne düştü Türkiye...
Diğer bir deyişle, Davutoğlu aleyhine verilen gensoruda dendiği gibi, Arap Baharı ile başlayan süreçte Türkiye’nin takip ettiği dış politika fazlasıyla ‘hayalci’ idi.
Esas soru şu... Davutoğlu ve AKP’nin dış politika yapımına bir şekilde katkı sağlayan ve ölümüne o politikayı savunan akademik-yazar kadro... nasıl olur da bu kadar hayalci olabilirdi?
Şimdi Kitap...
Ümit Kıvanç’ın Pan-İslamcının Macera Kılavuzu isimli kitabı işte bu hayalciliğin kapsamlı bir resmini çiziyor. Kıvanç bunu söz konusu kadronun tartışmasız en parlak ismi Ahmet Davutoğlu üzerinden ve onun ilk baskısı 2001 yılında yayınlanan Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu isimli kitabı üzerinden yapıyor.
Evet acı ama gerçek. Davutoğlu’na 2000li yıllar boyunca methiyeler düzülmeden evvel, bu kitap dikkatlice okunsa idi, Türkiye’nin dış politikasının hayalperestlere emanet edildiği görülecekmiş meğer.
Pan-İslamcının Macera Kılavuzu Giriş ve Sonuç bölümleri dahil 13 bölümden oluşuyor. Stratejik Derinlik’in farklı yönlerinin ele alındığı bu bölümlerde, Ümit Kıvanç Stratejik Derinlik’i deyim yerinde ise lime lime ediyor ve kitabın yazarının kafa yapısından ruh dünyasına detaylı bir anatomisini çıkarıyor. Ne Davutoğlu’nun üslübu ne de kendini gördüğü dev aynası ne de çelişkileri Kıvanç’ın analizinden ve bazen alaycılığa varan eleştilerinden kaçabiliyor. Bu haliyle Pan-İslamcının Macera Kılavuzu Türk edebiyatının en iğneleyici, en eleştirel kitabı olmaya aday...
Kıvanç’ın kitabın tamamının tanıtımını bir yazıya sığdırmam mümkün değil. Ama bahsettiğim ‘hayalcilik’ marazının Stratejik Derinlik’teki haline değinmek istiyorum.
Kıvanç’ın tasviriyle, Davutoğlu’na göre uluslararası siyasette Türkiye hakettiği konumda değil. Halbuki Türkiye’nin iki hazinesi var. Bunlar coğrafi konumu ve tarihi... Cumhuriyet dönemi boyunca siyasal elitler, kimliksizliklerinden ötürü, bu potansiyelin farkında değillerdi. Türkiye’nin ihtiyacı olan bu kimliksizlik sorununun üstesinden gelecek, yeni bir liderlik, yeni bir stratejik akıl... Bu yeni liderlik Türkiye’nin söz konusu hazinelerinin farkına varacak, kendine güvenecek, ve stratejik bir vizyonla Türkiye’yi layık olduğu konuma götürecek. Davutoğlu’nun iddiası ve okuyucusunu ikna etmeye çalıştığı bu...
Bunda sorun ne diyen çıkabilir. Görünüşte cidden masum. Ama ciddi bir sorun var. O da şu... Davutoğlu için, Türkiye’nin askeri ve ekonomik gücünün, bilim ve teknolojiye katkısının ne olduğunun gerçekten hiçbir önemi yok. Hatta tarih ve coğrafyanın, kültüründe bir önemi yok.
Zira bir devletin gerçek gücünü belirleyecek olan bütün bunları artıracak olan stratejik akıl... Stratejik aklın söz konusu veriler üzerinde, ekonomiden apartma bir tabiri kullanıyor Davutoğlu, çarpan etkisi var. Yani, uygun stratejik akıl ile bir(1) bin (1000) olur. Stratejik akıl yok ise, 1000’in hükmü 1 kadardır.
Peki Türkiye’de böyle bir stratejik akıl var mı? Kıvanç, söz konusu stratejik aklı tarif ettiği yerlerde Davutoğlu’nun kendini kastettiğini söylüyor. Bana da öyle gelmişti.
Ümit Kıvanç bu akıl yürütmenin tamamına eleştiri ve kuşku ile yaklaşıyor. Stratejik Derinlik, Kıvanç’a göre, “bir sürü cafcaflı lakırdı” dan ibaret ve “yöntemsel ve mantıksal arızalar” ile malul bir kitap... Davutoğlu’nun yaptığı ise tam olarak hamaset... Yok hayır, tam olarak, “Hamaseti bilimsellik kisvesine büründürmek.” “Yapılan kabaca şu: Niyetleri örtmek, istekleri, tutkuları, duygu yüklü öznelliği nesnellik ambalajında sunmak. Hamaseti bilimsellik kisvesine büründürmek. Söylenen kısaca şu: İnandık mı kazanırız.” Davutoğlu ise, “Bilimadamı etiketli ajitatör, bir ideolog, yerine göre; vaiz...”
Kıvanç’ın Davutoğlu eleştirisi öylesine kapsamlı ki... belirttiğim gibi tamamını bir yazıya sığdırmam imkansız. Sadece Kıvanç’ın çok önemli bulduğum ve metoda dair bir eleştirisini not etmek istiyorum. Sözü Kıvanç’a bırakıyorum.
“Davutoğlu’nun yönteminde öyle bir genel sorun var ki, bunu barındıran bir metnin bilimselliği üzerine konuşmak mümkün müdür, tartışılır, hatta beyhude bir çaba olarak bile görülebilir. ‘Bilim insanı’ etiketli hemen bütün Türkçü, İslamcı, ikisinin sentezcisi vs. yazar ve düşünürlerde rastlanan bir araz, keyfilik...
Olguları, fikirleri, kurulan bağlantıları, çıkarsamaları... ideolojik saplantıların, siyasi tercihlerin, oluşmasını istedikleri manzaranın, çıkmasını istedikleri sonuçların hizmetine koşma, koşulamıyorsa ihmal etme.. Tarihten kök, sebep, başlangıç aşaması vs. aranırken, yüz sene atlanabiliyor, iki yüz sene hesaba katılmayabiliyor, bize gereken şey neredeyse, hop!, oraya uçulabiliyor, alakasız oluşumlar, süreçler, sonuçlar, birbirini destekler, hatta doğur-yaratır konumlara sokulup olmayan ilişkiler içerisinde sunulabiliyor. Birçok farklı, çelişik özelliği barındıran özneler, oluşumlar, bunlardan sadece biriyle nitelenip ona göre denklemlere sokulabiliyor. Olgular, özneler, süreçler, ideolojik amaçla onlara yüklediğimiz anlamları ve işlevleriyle varolup iş görüyor, onlara başkalarının yüklediği anlam ve işlevler yok sayılarak davranılıyor, bu durum gerçekliğe nesnel bir yaklaşımmış gibi, üstüne binalar kuruluyor.”
Aynen öyle... Davutoğlu haklı olarak Cumhuriyet elitlerini ve akademisini Ortadoğu’ya uzak kalmakla, ve bölgeyi bilmemekle suçladı. Ama kendisinin ve ekibinin de çok iyi bildiğini artık söylemek çok zor. Bilgi sandığı şey, aslında bölgeye ve insanına dair keskin inançları imiş.