24 Mart 2013 Pazar

Fatma Müge Göçek, The Transformation of Turkey: Redefining State and Society from the Ottoman Empire to the Modern Era, London: I.B. Tauris, 2011

Modern Türk Tarihi çalışmaları ‘Oryantalizm’in bir eleştirisi olarak doğmamıştır. Daha çok Türklerle alakalı ‘oryantalist’ önermelere karşı milli savunma girişimi olarak doğmuştur. Kısaca iddia edilen, Türklerin millet olarak modernleşme/batılılaşma potensiyeli vardı, Mustafa Kemal Atatürk’ün reformları ile de bunu ispatladılar ve bu yüzden de medeni dünyada yer almaya hakları vardı. Bu savunmacı içgüdü Türk tarih çalışmalarını bugüne kadar etkilemeyi sürdürdü ve bir anlamda bir çok oryantalist oryantal üretti.
Bu savunma içgüdüsünün en bariz etkisi ise Türk tarihi çalışmalarının Türk modernleşmesi ve batılılaşması sürecinin ‘sekülerleşme’ ve milli-devletin kuruluşu gibi başarılı yönlerine abartılı bir vurgu yapması oldu. Öte yandan aynı sürecin etnik ve dini gruplara yöneltilen devlet şiddeti veya farklı gruplar arasındaki şiddet gibi karanlık yönleri ise ya gözardı edildi ya da dipnotlarla geçiştirildi. Bu ‘seçici okuma’ yüzünden Türk çalışmaları Türk modernleşmesi ve batılılaşması sürecini kavrayışımızda önemli boşluklar bırakmış oldu.
‘The Transformation of Turkey: Redefining State and Society from the Ottoman Empire to the Modern Era’ isimli kitabı ile Fatma Müge Göçek bu önemli boşluğu doldurmaya yönelik bir adım atıyor. Kendi ifadesiyle, Göçek ‘Cumhuriyetin buğününde rastlanabilecek Osmanlı geçmişinin karanlık mirasları’na kritik bir bakış atıyor.
Göçek Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tevarüs edilen dört mirastan bahsediyor. İlk miras otoriter ve dışlayıcı bir ‘sekülerizm’ anlayışı ve uygulaması, ki etkilerinden uzun süre halihazırdaki AKP hükümetleri bile muzdarip oldu.
İkinci miras bazı dış politika problemleri. Göçek özellikle Ermeni, Kürt ve Kıbrıs sorunlarını Osmanlı’dan miras olarak değerlendiriyor ve halihazırda hakim ‘milli devlet’ kurgusu ile bu sorunların çözülemeyeceğini, dolayısıyla, Türkiye’nin iç ve dış barışa kavuşamayacağını iddia ediyor.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e üçüncü miras ise jakoben bir siyasi kültürü içselleştirmiş siyasi ve bürokratik elit. Aşırı milliyetçi, kutsallaştırılmış bir devlet ve millet için gerekirse şiddete bile başvuran ve bunu yaparken de hiçbir suçluluk duygusu duymayan bir elit…
Göçek’in tartıştığı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e son miras ise ‘komplocu bir zihniyet’. Bu komplocu zihniyet Türklerin sürekli bir korku söylemi inşa etmelerine sebep oluyor. Bu söylemde Türkler her daim düşmanlarla dolu bir çevrede bağımsızlıklarını koruma durumundadırlar.
Kitap’ın ilk dört bölümü bu mirasları tartışırken, geri kalan üç bölüm Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte yaşanan bir karanlık nokta üzerine yoğunlaşıyor. Bu karanlık nokta Ermeni tehciri ve katliamları. Bölümlerden birisinde, Göçek, Türkiye’de yaşayan iki Ermeni hikaye/roman yazarının eserlerini ele alıyor. Bu bölümde okuyucu esasında Türkiye’de Ermeni olmak ne demek ve Ermeni tehciri ve katliamlarının Türkiye’de kalan Ermeniler üzerindeki psikolojik etkisini, susturulma, hissediyor. Diğer bir bölümde, Göçek 24 Nisan 1915 tarihinin Türkler ve Ermeniler tarafından ortak bir yas günü olması için bir öneri getiriyor. Göçek ayrıca tehcirde hayatları yokolan onlarca entellektüel-profesyonel Ermeniyi isimi isim anarak bir anlamda tehcirle Türkiye’nin neler kaybettiğine somut örnekler sunuyor. Son bölümde ise, Göçek, İttihat ve Terakki’nin Ermeni politikalarına karşı duran ve bu karşı duruşunun fiyatını hayatı ile ödeyen Hüseyin Nesimi’yi hatırlatıyor.
Bu kitapla Fatma Müge Göçek Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte Ermeni meselesini merkeze alarak Türk modernleşmesine kritik bir okuma getiriyor. Ermeni tehciri ve katliamlar ile Göçek, Türk tarih çalışmalarında hakim bir bakış açısını, ki bu bakış açısında Türk modernleşmesi her anlamda ilerlemeyi temsil eder, sorgulamamıza yardımcı oluyor.
Öte yandan kitabın eleştirilmesi gereken bir çok yönü var. İlk olarak, Osmanlı’nın Cumhuriyet’e mirasları eşit derecede dikkat ve titizlikle ele alınmıyor. Birinci ve ikinci mirasların tartışması oldukça yüzeysel ve üçüncü ve dördüncü mirasların tartışması kadar detaylı ve zengin değil. Kitapta ele alınan bütün konular için en fazla yeri dördüncü miras işgal ediyor. Bu mirası ele alan bölüm tam 86 sayfa ve bu haliyle kitabın yüzde 35’ini oluşturuyor. Bu haliyle kitap daha çok bu bölüme birazda zorlama ilişkilerle eklenmiş makaleler derlemesi gibi gözüküyor.
İkincisi, kitap Osmanlı’dan Cumhuriyet’e mirasların bugünü etkilediğini iddia ediyor ama aradan geçen on yıllar boyunca bu mirasların hangi mekanizmalarla korunduğuna dair ikna edici bir savunma yapamıyor. En titiz ele alınan dördüncü mirasın bile günümüze nasıl aktarıldığına dair bir açıklama çabasına girmiyor Göçek… Yazar için, Türklerin söz konusu korkusu gerçek bir korku değil, daha çok kurgulanan bir korku. Fakat, Türkler için bu korku gerçek mi, kurgu mu? Göçek’in kitabı bir cevap vermiyor.
Bu önemsiz bir konu değil. Zira yazar bu korkuya iddia ettiğinin aksine sosyolojik bir olgu olarak yaklaşmıyor. Daha çok psiko-patolojik bir bozukluk muamelesi yapıyor. Bu yüzden de söz konusu mirasa ‘Sevr Sendromu’ adını veriyor. Böylece bu olgu sosyal bilimsel teorilerle açıklanamayacak psikolojik bir olgu olarak kategorize edilmiş oluyor.
Son olarak, Göçek akademik bir çalışmaya yakışmayan ve çok dikkatlice düşünülmemiş bazı önermelerde bulunuyor. Mesela bir iddiasına göre Osmanlılar son bir kaç on yıl içinde topraklarının yüzde 90’ını kaybetti. Veya bugünki topraklar kısa bir süre öncesine kadar elde bulunan toprakların yüzde 10’una tekabül ediyor. Bu iddiayı ciddiye alırsak, Osmanlı’nın 19. Yüzyıl ortasındaki toprak miktarı 7 milyon küsür kilometre kare olması gerekir, ki bu düpedüz yanlış bir önerme. Bir başka önerme ise, tehcir ve katliamlar olmasaydı, bugün Türkiye’de 20 milyon Ermeni’nin olacağı… Öte yandan yazar Ermenilerin Osmanlı nüfusunun yüzde 10’unu oluşturduğunu da iddia ediyor. Bugün Türkiye nüfusu 75 milyon civarında ise, Ermeninlerin en iyi ihtimalle 10 milyon olması gerekir. Diğer bir iddia ise, Türklerin Ermenilere karşı yapılanlardan duyduğu suçluluk duygusu ile konu hakkında susmayı tercih ettiğini iddia ediyor. Yapılan psikolojik analiz bir tarafa, bu suskunluk iddiasına Göçek herhangi bir kanıt getirmiyor.
Bu problemlere rağmen yine de kitap Türk çalışmalarına önemli bir katkıda bulunuyor. Göçek, Osmanlı’nın son döneminde yaşanan şiddeti dönemin şartları içerisinden de okumasını yapıyor. Yani okuyucunun söz konusu şiddetin neden olduğunu anlamasına yardımcı oluyor. Öte yandan, bir çok Türk akademiklerinin yaptığını da yapmıyor Göçek. Söz konusu şiddeti ahlaken yasallaştırmıyor. Gökçek yaşananlara karşı çok güçlü bir ahlaki karşı duruş sergiliyor. Bu ahlaki duruş kitabın önemli bir zaaf noktasını da oluşturuyor. Özellikle son üç bölüm akademik analizlerden daha çok, bir dava propagandasına dönüşüyor. Daha da vahimi, Göçek’in davası sadece Ermeni trajedisinin Türk devleti tarafından tanınması ile sınırlı. Halbuki, Türk modernleşmesine getirdiği eleştiri ile, Göçek çok daha kapsamlı bir reform avukatlığına girişebilirdi.