16 Haziran 2013 Pazar

Nezahat Gündoğan ve Kazım Gündoğan, Dersim’in Kayıp Kızları, İletişim, 2012

19. Yüzyıl vahşi kapitalizmin ve emperyalizmin altın çağıdır. Batılı devletler bu yüzyıla kadar dünyanın ‘devletsiz’ olarak niteleyebileceğimiz önemli bir kısmını, kapitalizmin hammadde kaynaklarına olan sınırsız iştihasını tatmin etmek üzere işgal ve talan etmişti. 19. yüzyılda ise Batılı Devletler dikkatlerini Osmanlı’dan Çin’e eski dünyanın ‘devletli’ bölgelerine çevirdi. Bu küresel işgal ve sömürü hareketi karşısında Hindistan boyun eğdi. Çin’in çabaları başarısızlıkla bitti ve 20. Yüzyılın başında iç savaşa sürüklendi. Etyopya, İran ve Afganistan gibi devletler bağımsızlıklarını korudular, fakat bunu daha çok tarihi ve coğrafi talihlerine borçlu oldular. Sadece Japonya ve Osmanlı İmparatorluğu Batı devletlerinin işgal ve talanına aktif direniş göstermiş ve bağımsızlıklarını koruma adına Batılı modelde devlet inşası programlarını başlatmışlardı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun işi hiç kuşkusuz çok daha zordu. Coğrafi olarak Batılı devletlere çok daha yakındı. Etnik ve dini yapısı çok daha karmaşıktı. Ve çok daha geniş bir alana yayılmıştı. Nitekim 19. Yüzyıl boyunca toprak kayıpları birbiri ardına geldi. Bu kayıplar sadece Batılı devletlerin doğrudan işgali sonucu olmadı, etnik-dini milliyetçi hareketlerin isyanları da Osmanlı İmparatorluğu’ndan toprak kopardı. 19. Yüzyılın başında Sırplar ve Rumlar ile başlayan etnik-dini isyanlar zinciri 1. Dünya Savaşı’nda Arapların isyanı ile İmparatorluğu hemen hemen Türkiye’nin bugünkü sınırlarına kadar geriletti.

Bu uzun 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu için Batılılar ‘hasta adam’ tabirini kullanırlar. Bu yanlış bir tabirdir. Osmanlı İmparatorluğu bu yüzyılda daha çok çıktığı her karşılaşmada dövülen, ama herşeye rağmen bir sonraki karşılaşma için yine mucizevi bir hırs ve inatla hazırlanan bir boksör’e benzer...

Neticede bu boksör son girdiği karşılaşmada da, gösterdiği olağanüstü performansa rağmen, yenilir. Fakat geriye çok önemli bir miras bırakır. O miras ‘modern devlet’tir. Anadolu’nun Batı’nın işgal ve talanı karşısında duruşunun destansı hikayesinin biricik meyvesidir ‘modern devlet...’ Bu miras ile Osmanlı bakiyesi subaylar Yunan ve Ermeni işgaline karşı durabildiler ve bu millete dayatılan Sevr’i Lozan’la değiştirebildiler.

Modern devletin en temel özelliği kendi kolluk kuvvetlerinin haricinde bütün grupları silahlarından arındırmasıdır. Modern devletin ilk doğuş yeri olan Batı’da da bu böyle olmuştur, Japonya’da da... Osmanlı İmparatorluğu da benzer şekilde Yeniçerileri ve Ayan ailelerinin özel milislerini ortadan kaldırarak işe başlamıştır. Kurtuluş Savaşı bittiğinde bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarını oluşturan bölgelerde sadece tek bir grup silahsızlandırılmamış halde idi. Bu grup Kürt Aşiretleri idi.

1925 yılında başlayan Şeyh Said isyanı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürt aşiretlerini silahsızlandırması girişimine tepki olarak başlamadı. Bu isyan milliyetçi bir hareketti ve Kürtlerin kendi devletlerini kurma gayesi güdüyordu. Fakat hiç kuşku yok ki, T.C devletinin ajandasına Kürt aşiretlerinin silahsızlandırılması maddesini bir daha çıkmamak üzere koydu. Takip eden 14 yıl boyunca Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı bölgeler isyan bölgesi oldu ve devlet bütün askeri gücünü kullanarak Kürt Aşiretlerini silahsızlandırdı. Dersim bölgesinin silahlı Alevi Kürt Aşiretleri de Türk ordusunun 1937 yılında başlattığı hareketla başarılı bir şekilde silahsızlandırıldılar.

Peki bu silahsızlandırma tam olarak nasıl oldu? Gürdoğan’ların Dersim’in Kayıp Kızları isimli çok kıymetli çalışması bu sürece dair paha biçilmez bilgiler sunuyor. Kitap 50 küsür mülakat ve bir de giriş yazısından oluşuyor. Mülakatlar yazarların Dersim’in Kayıp Kızları olarak isimlendirdiği artık ömürlerinin son demlerini yaşayan kadınlarla yapılmış. Peki kim bu kadınlar?

Kitaptaki hayat hikayelerinden öğrendiklerimize göre, Dersim’in Kürt Aşiretleri silahsızlandırılırken Türk ordusu sadece aşiretlerin silahlı erkeklerine karşı askeri harekat düzenlemiyor. Aynı zamanda kadın, çoçuk ve yaşlı bütün Dersimlilere karşı bir askeri operasyon düzenleniyor. Uçaklardan atılan bombalarla desteklenen bu operasyon tam anlamıyla bir katliama dönüşüyor. Sivillere yönelik katliam tam hitama ermeden o zaman Genel Kurmay Başkanı olan Fevzi Çakmak’ın müdahelesi ile yarıda kalıyor.

Katliamdan sağ kalanlar ailecek Türklerin yoğun olduğu bölgelere sürülüyor. Bütün ailesini kaybetmiş kız ve erkek çocukları ise Türk ailelerine veriliyor. Kitapta mülakatları verilen kişiler işte bu katliamdan kurtulmuş, ailesini kaybettiği için de Türk ailelere verilen kızlar... Her bir mülakat bu kızların katliamla alakalı hatırladıklarını ve sonraki hayat hikayelerini anlatıyor.

50 küsür hikaye farklı farklı kişileri anlatıyorsa da aldanmamak lazım. Aslında hepsinin trajedisi ortak... bu trajediyi tarif etmek de o kadar zor ki... Ana yok, baba yok, kardeş yok... amca yok, dayı yok, hala yok... Sürekli bir kimsesizlik hali... Ve bu kimsesizliğin yarattığı eziklik... korkaklık hali... bir güvercin tedirginliği ile yaşanan ve biten bir hayatlar...

Yakın tarihimizin en utanç verici bu hadisesine dikkatlerimize çeviren bu çalışma alternatif tarih yazımına çok önemli bir katkı sağlayacaktır hiç kuşkusuz... Öte yandan kitap daha iyi kurgulanabilirdi diye düşünüyorum.

Kitabın giriş bölümü mülakatlardan Dersim katliamına ilişkin yapılabilecek çıkarımların güzel bir özeti olmuş. Fakat giriş bölümü daha da geliştirilebilirdi. Mesela Dersim harekatına ilişkin daha geniş çaplı bir tarihsel arkaplan sunulabilirdi. Dersim katliamı tarihsel ve siyasi bir boşluk içinde olmadı. Bu yorumun başlangıcında anlattığım arkaplanda oldu.

Dersim bölgesi Ankara Hükümetine ilk isyan eden Kürt bölgelerinden birisi aslında... Şeyh Said’den önce 1921 yılında Koçgiri ayaklanması var... Bu ayaklanmadan 1937 yılına kadar gelinen süreçte neler oldu? Dersimli Kürt Alevi aşiretlerinin Şeyh Said’le başlayan Sünni Kürt aşiretlerinin isyanı karşısında duruşları nasıl oldu? Sorular çoğaltılabilir. Kısaca ifade etmek istediğim şey, daha zengin bir tarihsel arkaplanla kitap Dersim Katliamı’ını daha iyi anlamlandırmamıza yardımcı olurdu.

Ayrıca mülakatlarda bir çok yer ve aşiret ismi geçiyor. Yer isimleri ve aşiretlere dair de kitapta bir kaynakçaya veya haritaya rastlamadım. Halbuki okuyucunun mülakatları takip edebilmesi ve yaşananları daha kolay hayal edebilmesi için bir kaynakça veya harita çok faydalı olabilirdi.

Yazarların konu ile alakalı çalışmalarına devam etmelerini ve bu karanlıkta kalmış hadiseyi daha da aydınlatmalarını ümit ediyorum. Dersim’in Masum Kızları’ndan da bu dünyada insani, öbür dünyada da ilahi adalet diliyorum.

24 Mart 2013 Pazar

Fatma Müge Göçek, The Transformation of Turkey: Redefining State and Society from the Ottoman Empire to the Modern Era, London: I.B. Tauris, 2011

Modern Türk Tarihi çalışmaları ‘Oryantalizm’in bir eleştirisi olarak doğmamıştır. Daha çok Türklerle alakalı ‘oryantalist’ önermelere karşı milli savunma girişimi olarak doğmuştur. Kısaca iddia edilen, Türklerin millet olarak modernleşme/batılılaşma potensiyeli vardı, Mustafa Kemal Atatürk’ün reformları ile de bunu ispatladılar ve bu yüzden de medeni dünyada yer almaya hakları vardı. Bu savunmacı içgüdü Türk tarih çalışmalarını bugüne kadar etkilemeyi sürdürdü ve bir anlamda bir çok oryantalist oryantal üretti.
Bu savunma içgüdüsünün en bariz etkisi ise Türk tarihi çalışmalarının Türk modernleşmesi ve batılılaşması sürecinin ‘sekülerleşme’ ve milli-devletin kuruluşu gibi başarılı yönlerine abartılı bir vurgu yapması oldu. Öte yandan aynı sürecin etnik ve dini gruplara yöneltilen devlet şiddeti veya farklı gruplar arasındaki şiddet gibi karanlık yönleri ise ya gözardı edildi ya da dipnotlarla geçiştirildi. Bu ‘seçici okuma’ yüzünden Türk çalışmaları Türk modernleşmesi ve batılılaşması sürecini kavrayışımızda önemli boşluklar bırakmış oldu.
‘The Transformation of Turkey: Redefining State and Society from the Ottoman Empire to the Modern Era’ isimli kitabı ile Fatma Müge Göçek bu önemli boşluğu doldurmaya yönelik bir adım atıyor. Kendi ifadesiyle, Göçek ‘Cumhuriyetin buğününde rastlanabilecek Osmanlı geçmişinin karanlık mirasları’na kritik bir bakış atıyor.
Göçek Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tevarüs edilen dört mirastan bahsediyor. İlk miras otoriter ve dışlayıcı bir ‘sekülerizm’ anlayışı ve uygulaması, ki etkilerinden uzun süre halihazırdaki AKP hükümetleri bile muzdarip oldu.
İkinci miras bazı dış politika problemleri. Göçek özellikle Ermeni, Kürt ve Kıbrıs sorunlarını Osmanlı’dan miras olarak değerlendiriyor ve halihazırda hakim ‘milli devlet’ kurgusu ile bu sorunların çözülemeyeceğini, dolayısıyla, Türkiye’nin iç ve dış barışa kavuşamayacağını iddia ediyor.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e üçüncü miras ise jakoben bir siyasi kültürü içselleştirmiş siyasi ve bürokratik elit. Aşırı milliyetçi, kutsallaştırılmış bir devlet ve millet için gerekirse şiddete bile başvuran ve bunu yaparken de hiçbir suçluluk duygusu duymayan bir elit…
Göçek’in tartıştığı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e son miras ise ‘komplocu bir zihniyet’. Bu komplocu zihniyet Türklerin sürekli bir korku söylemi inşa etmelerine sebep oluyor. Bu söylemde Türkler her daim düşmanlarla dolu bir çevrede bağımsızlıklarını koruma durumundadırlar.
Kitap’ın ilk dört bölümü bu mirasları tartışırken, geri kalan üç bölüm Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte yaşanan bir karanlık nokta üzerine yoğunlaşıyor. Bu karanlık nokta Ermeni tehciri ve katliamları. Bölümlerden birisinde, Göçek, Türkiye’de yaşayan iki Ermeni hikaye/roman yazarının eserlerini ele alıyor. Bu bölümde okuyucu esasında Türkiye’de Ermeni olmak ne demek ve Ermeni tehciri ve katliamlarının Türkiye’de kalan Ermeniler üzerindeki psikolojik etkisini, susturulma, hissediyor. Diğer bir bölümde, Göçek 24 Nisan 1915 tarihinin Türkler ve Ermeniler tarafından ortak bir yas günü olması için bir öneri getiriyor. Göçek ayrıca tehcirde hayatları yokolan onlarca entellektüel-profesyonel Ermeniyi isimi isim anarak bir anlamda tehcirle Türkiye’nin neler kaybettiğine somut örnekler sunuyor. Son bölümde ise, Göçek, İttihat ve Terakki’nin Ermeni politikalarına karşı duran ve bu karşı duruşunun fiyatını hayatı ile ödeyen Hüseyin Nesimi’yi hatırlatıyor.
Bu kitapla Fatma Müge Göçek Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte Ermeni meselesini merkeze alarak Türk modernleşmesine kritik bir okuma getiriyor. Ermeni tehciri ve katliamlar ile Göçek, Türk tarih çalışmalarında hakim bir bakış açısını, ki bu bakış açısında Türk modernleşmesi her anlamda ilerlemeyi temsil eder, sorgulamamıza yardımcı oluyor.
Öte yandan kitabın eleştirilmesi gereken bir çok yönü var. İlk olarak, Osmanlı’nın Cumhuriyet’e mirasları eşit derecede dikkat ve titizlikle ele alınmıyor. Birinci ve ikinci mirasların tartışması oldukça yüzeysel ve üçüncü ve dördüncü mirasların tartışması kadar detaylı ve zengin değil. Kitapta ele alınan bütün konular için en fazla yeri dördüncü miras işgal ediyor. Bu mirası ele alan bölüm tam 86 sayfa ve bu haliyle kitabın yüzde 35’ini oluşturuyor. Bu haliyle kitap daha çok bu bölüme birazda zorlama ilişkilerle eklenmiş makaleler derlemesi gibi gözüküyor.
İkincisi, kitap Osmanlı’dan Cumhuriyet’e mirasların bugünü etkilediğini iddia ediyor ama aradan geçen on yıllar boyunca bu mirasların hangi mekanizmalarla korunduğuna dair ikna edici bir savunma yapamıyor. En titiz ele alınan dördüncü mirasın bile günümüze nasıl aktarıldığına dair bir açıklama çabasına girmiyor Göçek… Yazar için, Türklerin söz konusu korkusu gerçek bir korku değil, daha çok kurgulanan bir korku. Fakat, Türkler için bu korku gerçek mi, kurgu mu? Göçek’in kitabı bir cevap vermiyor.
Bu önemsiz bir konu değil. Zira yazar bu korkuya iddia ettiğinin aksine sosyolojik bir olgu olarak yaklaşmıyor. Daha çok psiko-patolojik bir bozukluk muamelesi yapıyor. Bu yüzden de söz konusu mirasa ‘Sevr Sendromu’ adını veriyor. Böylece bu olgu sosyal bilimsel teorilerle açıklanamayacak psikolojik bir olgu olarak kategorize edilmiş oluyor.
Son olarak, Göçek akademik bir çalışmaya yakışmayan ve çok dikkatlice düşünülmemiş bazı önermelerde bulunuyor. Mesela bir iddiasına göre Osmanlılar son bir kaç on yıl içinde topraklarının yüzde 90’ını kaybetti. Veya bugünki topraklar kısa bir süre öncesine kadar elde bulunan toprakların yüzde 10’una tekabül ediyor. Bu iddiayı ciddiye alırsak, Osmanlı’nın 19. Yüzyıl ortasındaki toprak miktarı 7 milyon küsür kilometre kare olması gerekir, ki bu düpedüz yanlış bir önerme. Bir başka önerme ise, tehcir ve katliamlar olmasaydı, bugün Türkiye’de 20 milyon Ermeni’nin olacağı… Öte yandan yazar Ermenilerin Osmanlı nüfusunun yüzde 10’unu oluşturduğunu da iddia ediyor. Bugün Türkiye nüfusu 75 milyon civarında ise, Ermeninlerin en iyi ihtimalle 10 milyon olması gerekir. Diğer bir iddia ise, Türklerin Ermenilere karşı yapılanlardan duyduğu suçluluk duygusu ile konu hakkında susmayı tercih ettiğini iddia ediyor. Yapılan psikolojik analiz bir tarafa, bu suskunluk iddiasına Göçek herhangi bir kanıt getirmiyor.
Bu problemlere rağmen yine de kitap Türk çalışmalarına önemli bir katkıda bulunuyor. Göçek, Osmanlı’nın son döneminde yaşanan şiddeti dönemin şartları içerisinden de okumasını yapıyor. Yani okuyucunun söz konusu şiddetin neden olduğunu anlamasına yardımcı oluyor. Öte yandan, bir çok Türk akademiklerinin yaptığını da yapmıyor Göçek. Söz konusu şiddeti ahlaken yasallaştırmıyor. Gökçek yaşananlara karşı çok güçlü bir ahlaki karşı duruş sergiliyor. Bu ahlaki duruş kitabın önemli bir zaaf noktasını da oluşturuyor. Özellikle son üç bölüm akademik analizlerden daha çok, bir dava propagandasına dönüşüyor. Daha da vahimi, Göçek’in davası sadece Ermeni trajedisinin Türk devleti tarafından tanınması ile sınırlı. Halbuki, Türk modernleşmesine getirdiği eleştiri ile, Göçek çok daha kapsamlı bir reform avukatlığına girişebilirdi.