29 Ocak 2011 Cumartesi

Martin Stokes, Türkiye'de Arabesk Olayı, İstanbul: İletişim Yayınları, 1998

Müzik... belki de bir toplumun deneyimlerini, acılarını, sevinçlerini en iyi yansıtan ayna.... Milletimizin birinci dünya savaşında kaybettiği evlatlarının acısını 'çanakkale içinde vurdular beni' veya 'burası muştur' türkülerinden daha iyi ne anlatabilir? Benzer şekilde arabesk müziği de bir milletin deneyimlerini, acılarını, sevinçlerini yansıtır.

1950'lerden itibaren artarak devam eden köyden şehre göç olayının bağrında doğmuştur arabesk. 'Arabesk, şehir için şehirli müziktir. Yalnızlığa, kötü sona mahkum aşıkların, karışık, çalkantılı duygu dünyalarını resmeder. Fakir göçmen işçilerin sömürüldüğü, kötü işlerde kullanıldığı, gün geçtikçe bozulan bir şehri tanımlar ve dinleyenlerini, bir bardak daha rakı doldurmaya, bir sigara daha yakmaya, kaderlerine ve dünyaya lanet okumaya çağırır.'

Arabesk, halk müziği, sanat müziği, tasavvuf müziği kadar bu milletin bir parçası olmasına rağmen, aynı muameleyi hiç görmedi. Hemen hemen her akşam televizyonda gördüğümüz, yeter artık görmesek diyecek kadar alıştığımız İbrahim Tatlıses'in bir zamanlar televizyon yasağı vardı. Bunun sebebi ise icra ettiği müziğin arabesk olmasıydı. Bu yasak o dönemi yaşayıp görmüşlere şimdi mutlaka garip ve anlamsız geliyordur. Ama halen daha bir çok insana garip ve anlamsız gelmeyen şeyler de oldu geçmişte. Arabesk icra eden ve arabesk dinleyenlere aşağılayıcı sıfatlar kullanıldı. Halen daha kullanılıyor.

Benim hiç unutmadığım bir olayda bir arkadaşım şöyle demişti bana: 'Senin kadar entellektüel bir insanın nasıl arabesk dinlediğini anlamıyorum.' Eski arabesk sanatçılarından Küçük Emrah veya Özcan Deniz'in giyim kuşamlarından yaptıkları müziğe kadar geçirdikleri dönüşümleri bu ortamda değerlendirmek gerekir bence. İbrahim Tatlıses'in yeter artık deyip, arabeski savunduğu bir şarkısının olduğunu biliyor musunuz? 'Sevdanın yolu, dertlerin sonu, mutluluk dolu, Arabesk... Hasretlere, sevgilere, ümitlere, Arabesk...'

Arabesk müziğin yukarıda aktardığım tasvirini yapan kişi bir Türk değil... 'Türkiye'de Arabesk Olayı' isimli kitabın yazarı Martin Stokes'un bizzat kendisi... Daha kitabının bu ilk cümlesiyle Martin Stokes'un beni etkilediğini söylemeliyim. Tamamen yabancı olduğu bir toplumun müziğini bu kadar özlü, bir o kadarda edebi ifadelerle anlatabilmesinden etkilenmemek mümkün değildi.

Martin Stokes'un doktora tezi olan bu kitap ilk olarak 1992'de Oxford Universitesi yayınları tarafından basılıyor. Doktora öğrencisi olarak geldiği İstanbul'da ilk olarak halk müziği öğrenmeye başlıyor. Bu süreçte arabesk'e karşı yapılan olumsuz göndermeler Stokes'un ilgisini arabesk'e yönlendiriyor. Kitabının ingilizce başlığı 'the arabesk debate.' Aslında kitabın ana konusu bu başlık kelime kelime çevrilseydi daha doğru yansıtılırdı. Zira kitap gerçekten arabesk etrafında dönen tartışmayı tarihsel olarak konumlandırıyor ve anlamamıza yardımcı oluyor.

Stokes'a göre tartışmanın kaynağında Cumhuriyet dönemi Türk devletinin takip ettiği modernleşme projesi yatıyor. Müzik alanında takip edilen siyasalar bu projeknin sadece bir parçası... Ziya Gökalp'in görüşleri bu alanda belirleyici oluyor. Doğu müziğinin hastalıklı olarak tanımlanıyor ve Batı müziğinin ise medeniyeti temsil ettiği öne sürülüyordu. O halde yapılması gereken Türk halk müziğinin Batılı müzik kalıbına sokulmasıydı. Kitabın ikinci bölümü Türk devletinin müzik siyasasının tartışılmasına ayrılmış. Üçüncü bölümde ise, bu siyasa doğrultusunda Türk halk müziğinin yeniden inşasını ele alıyor. Bu iki bölüm arkaplanında arabesk'in Türk devleti ve rejimi ile onun yılmaz bekçileri için neden sorun olduğu daha anlaşılır hale geliyor.

Dördüncü bölümde arabesk müziğinin ortaya çıkışını hazırlayan toplumsal değişimler tartışılıyor. Köyden şehre göç, beraberinde gelen gecekondulaşma bu müziğin tüketicisini ortaya çıkartıyor. Bu bölümde ayrıca arabesk müziğe yöneltilen suçlamalar özetleniyor. Arap müziğine benzemesi, ki arabesk arabesque kelimesinin türkçeleşmiş hali ve kaderciliğe yönlendirmesi en çok bilinen suçlamalar. Arabesk müzisyenleri ve dinleyicileri de bu bölüme konuk olmuş. Diğer bir deyişle bu bölüm kitabın belki de en önemli bölümü. Beşinci bölüm arabesk şarkılarının içeriğine ayrılmış. Şarkıların ana konuları çeşitli örneklerle bu bölümde açıklanıyor. Altıncı bölümde Arabesk müzik tekniği açısından ele alınıyor. Makamlar, kullanılan müzik aletleri, ve sanat müziği ile karşılaştırmalar bu bölümde inceleniyor. Yedinci bölüm ise çok ilginç bir konuya, arabesk ile tasavvuf ilişkisine ayrılmış. Bölüm tasavvuf müziğinin ve dansının nispeten geniş bir tartışması ile başlıyor ve bunların arabesk müziğini nasıl etkilemiş olabileceğine dair gözlemlerle bitiyor.

Arabesk müzik üzerine yapılmış bu enfes çalışma tabi ki arabesk müzikle alakalı tartışmalara son noktayı koymuyor. Özellikle tasavvuf müziği ile arabesk arasındaki ilişkiler daha etraflı çalışmaları bekliyor. Stokes'un Türk modernleşmesini yorumlaması klasik okumaların önüne geçmiyor. Biz geçebildik mi, o geçebilsin diye sorulabilir? Ama ileride Türk resmi tarihine aykırı tarih tezleri üretildiğinde aynı çalışmayı o aykırı tezler eşliğinde yapmak oldukça heyecan verici bir çalışma olacaktır. Ayrıca arabesk müziğine gösterilen tepkinin etnik ve sosyo-ekonomik yönünün olduğunu düşünüyorum. Olay salt Türk devlet siyasasına indigenemez. İşin içerisine önyargılarımız, Osmanlı'dan miras aydın ve aydıncıklarımızın halktan kopukluğu ve elitizm-severliği, belki de gizli gizli ırkçılığımız da dahil oluyor.

Kitap ingilizce'den tercüme edilmiş. Fakat hiç tercüme gibi durmuyor. Oldukça başarılı bir tercüme olmuş. Keşke çevirmen Türkçe kelime kullanımında daha fazla hassasiyet gösterseydi. Popüler kelimesine mutlaka Türkçe bir karşılık bulunmalı... Enstrümental, terminoloji, metaforik, konfigürasyonu, armonik gibi kelimeler daha dikkatli tercüme edilseydi.

Kitabın ilk cümlesinden çok etkilendiğimi belirtmiştim. Aynı etkilenme kitap boyunca da devam etti. Arabesk'in hüzünlü dünyasında akademik bir yolculuk için bu kitabı mutlaka okuyun...

24 Ocak 2011 Pazartesi

Etyen Mahçupyan, Batı'yı Anlamak, İletişim Yayınları, 2008

Avrupa'nın Yunan Medeniyeti ile başlayan ve günümüze kadar devam eden dönüşümünün hikayesi belki de insanlık tarihinin en karmaşık, en boyutlu, en kapsamlı ve en ... ve en ... hikayesi. Bu karmaşık hikaye sadece Avrupa'yı dönüştürmekle kalmadı, dünyanın geri kalanını da dönüştürdü ve tersi istikametteki bütün çabalara rağmen dönüşü olmayan bir mecraya da soktu. Bugün dünyanın geri kalanının hikayesini Batı'nın hikayesini anlamadan anlamak mümkün değil.

Bu bazen muhteşem, bazen trajik, bazen yüz kızartıcı hikayeyi anlamaya çalışmak bile başlı başına muazzam bir çaba... Bu açıdan bakıldığında Batı'yı Anlamak Etyen Mahçupyan'ın tartışmasız en iddialı kitabı... Mahçupyan'ın amacı Batı'nın dönüşümünü tarihsel bir kurguda, gelişmeleri sebep sonuç ilişkisi içinde birbirine bağlayarak sunmak değil. 288 sayfalık bir kitapta bunu başarmak zaten imkansız. Düşünün ki Eric Hobsbawm gibi bir isim bile sadece 19. yüzyılı 3 ciltte ancak anlatabilmiş.

Mahçupyan'in amacı Batı'nın son bin yıllık dönüşümünü/değişimini daha uzun zaman alan zihniyetlerdeki dönüşüm/değişimlerde takip etmek. Şimdiden not etmekte fayda var. Zihniyet dünyası ile tarihsel dönüşüm arasındaki ilişki net ortaya konmamış, etraflıca tartışılmamış kitapta... ama şu kadarını söylemek mümkün. aradaki ilişki herneyse, birbirini belirleme/şekillendirme ilişkisi değil... bu Mahçupyan'ın çok kaçındığı pozitivist bir çaba olurdu.

Mahçupyan'a göre zihniyetler üzerine düşünmek bize o zamanı yaşayan insanların dünyasına girmeyi ve onların davranışlarını, tercihlerini anlamamıza yardımcı olacak. Diğer bir deyişle Mahçupyan Batı modernitesinin hermeunetics'ini yapıyor. Bu yüzden olsa gerek hem bu kitabı, hem de Mahçupyan'ın Türkiye'yi Anlamak kitabını okurken kendimi Charles Taylor'ı okuyormuş gibi hissettim.

Mahçupyan dört ana zihniyet modelinden bahsediyor kitabında. Bu zihniyetleri birbirinden ayıran temek ölçüt 'bilgi'ye yaklaşımları... Ataerkil zihniyet bilginin kaynağını ilahi olanla ilişkilendirip bilgi üzerine tekel kurarken, otoriter zihniyet bunu başarılı tecrübelerle ilişkilendirerek yapar... Relativist zihniyet her bireye gerçeğin bir parçasını bilme yetisi verip, bilgi üzerindeki tekeli yıkarken, demokrat zihniyet bir adım daha öteye gider ve bilginin karşılıklı olarak kurulabileceğini salık verir.

Batı'nın son bin yıllık dönüşümünü bu zihniyet tiplerine göre şöyle özetler Mahçupyan. Modernite öncesi dönemde otoriyet zihniyeti siyasi otorite, ataerkil zihniyeti dini otorite temsil etmekteydi. Bu ikisinin arasındaki bitmek bilmeyen mücadele relativist zihniyetin yeşereceği alanlar açtı. Bu zihniyet kendini ulus-devlet çerçeveli liberal demokratik deneyimde temsil etti. Batı dünyasının zihniyetler dünyasındaki relativist zihniyetten demokrat zihniyete sıçraması ise sayısal üstünlüğe dayalı liberal demokratik modelin ötesine geçme çabası.. Yeni demokrat sistemde sayısal üstünlüğe sahip gruplar kadar azınlıklarında siyasete anlamlı bir şekilde katılmaları mümkün olacak.

Mahçupyan'ın bu kitabıyla kendisini emsali entellektüellerin çok ötesine taşıdığı bir gerçek.. Dedikoduculuğun akademik ve entellektüel çevrelerde bile yayıldığı bu dönemde Mahçupyan güneş gibi parlıyor doğrusu. Öte yandan şu haliyle kitabın Etyen Mahçupyan'ın ortaya koymaya çalıştığı nihai analize tam hakkını vererek yaptığını iddia etmek çok zor. Modern-öncesinden moderniteye geçiş hemen hemen din-devlet ilişkilerindeki değişime indirgenmiş. Benzer bir analizi Osmanlı-Türk tarihi üzerine yaptığı Türkiye'yi Anlamak kitabında da bu çok açık ortaya çıkıyor. Mahçupyan'ın din-devlet ilişkilerinin ötesinde düşündüğünü biliyorum. Ama bu her iki kitapta da düşüncesinin tüm boyutları ortaya çıkmıyor. O yüzden Mahçupyan'ın konu üzerine çalışmalarına devam etmesini ve daha da derinleştirmesini büyük bir arzuyla istiyorum. Düşünce hayatımızın buna ciddi ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Mahçupyan'ın zihniyetler analizi oldukça soyut bir analiz... Bu kadarcık bir özetle hakkını verdiğimi asla iddia edemem. Bu yorumun okuyucularına kitabı okumalarını şiddetle haddim olmayarak tavsiye ediyorum. Düşünce ufkunuzun genişleyeceğini ve sizi entellektüel olarak zorlayacağını söyleyebilirim.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Soner Yalçın, Siz Kimi Kandırıyorsunuz?, Doğan Kitap, 2008

Kim kimi kandırıyor? Kitabın kapağındaki mizansen ve çok çarpıcı başlık Türkiye'de dehşet boyutunda bir kandırmacanın var olduğunu hissettiriyor. Kitabı okumaya başlarken okuyucunun kafasında 'şimdiye kadar hangi konularda, hangi araçlarla ve niçin kandırılmışız' soruları geliyor. Rejim hakkında mı kandırıldık? Yoksa tarihimiz hakkında mı? Din mi, tanrı mı? Doğru bildiğimiz değerler mi? Peki bu kandırmayı kim ne için yapmış? Bununla neyi hedeflemiş? Bunu gerçekleştirirken devletin okul sistemini mi kullanmış, yoksa görsel ve işitsel yayın araçlarını mı? Büyük bir heyecanla bu ve benzeri sorularla kitabı okumaya başladım. Heyecanımda da haklıydım. Zira bu sorulara cevapla çok önemli varoluşsal sorunlarıma çözüm olacaktı. Gerçek biz kimiz? Neden bu haldeyiz? Hakikatın ne olduğuna ilişkin karşı konulamaz insan dürtüsü bu kitapla harekete geçirilmiş.

Modern devlet vatandaşlarının kimliği ve ortak tarihleri konusunda değişik ideolojik aygıtlarıyla büyük bir kandırmacanın aktörü olagelmiştir. Bu hemen hemen bütün devletler için geçerlidir. Örneğin Türk devleti de Anadolu-Türk kimliğinin oluşmasında Sümerlerin veya Hititlerin Türklerin ataları olduğu tezini kullanmıştır. Bu doğrultuda okullarda okutulan resmi tarih tezleri çoğunlukla yalandır. Soner Yalçın'ın kitabı acaba bu tarihsel kurgunun çözümlemesini yapıp bize nasıl kandırıldığımızı mı gösterecekti? Tüm bu düşünceler sizi de heyecanlandırmaz mıydı?

Ama bu heyecan fazla uzun sürmedi. Soner Yalçın suya sabuna dokunmayan, komşunun tavuğuna kış demeyen konuları bu kitaba taşımış ve gerçekleri göstermiş. Abdullah Gül'ün anne tarafı 600 yıllık geçmişe sahipken baba tarafının Birinci Cihan harbi öncesi bilinmiyor. Ne kadar ilginç! 1970'lerin sonunda Milli görüşçü akıncı gençlerin silahlı kamplarda eğitim aldığını ve daha sonra bir kısmının tutuklandığını Soner Yalçın'dan öğreniyoruz. Peki o gençlere ne oldu? Bir kısmı işadamı oldu, bir kısmı öğretmen.. Böylece Soner Yalçın büyük bir yalanın gerçeğini bizlere gösteriyor Eski mücahitlerin tamamı müteahhit olmamış yani.. Örnekler çoğaltılabilir. Herbir örnekte kimin, nasıl ve niçin bizi kandırdığını öğrenemiyoruz. Bundan dolayı kitabın herhangi bir anafikri yok. Soner Yalçın'ın kitapla hedeflediği, bize vermeye çalıştığı fikir nedir? Sonunda tarihimizle, kimliğimizle, inançlarımızla alakalı neyi değiştirmemiz gerekiyor? Padişahların bazılarının içki içmesi neyi gösterir? Bizim göremediğimiz daha derin bir yapı bozumu mu söz konusu burada...

Bu kitap Soner Yalçın'ın en önemli özelliğini bir kere daha gözler önüne seriyor. Hiç kimsenin bilmediği, bilmek için gayret göstermeyeceği, nereden öğrenebileceğini dahi kestiremeyeceği konuları Soner Yalçın konuya vakıf bir uzman edasıyla anlatabilir. Efendi-1 ve Efendi-2'de olduğu gibi Soner Yalçın bu konuda sizi çok etkileyecek. Yayınladığı her kitap Soner Yalçın'ın kendi araştırmacı kimliğine daha çok darbe vuracak gibi gözüküyor. Birilerinin ona bilgi servisi yaptığı iddiası gitgide daha inanılır hale geliyor. Şunu belirtelim ki, Soner Yalçın bu iddiaya fena halde bozuluyor. Fehmi Koru'ya kitapta verdiği cevap bütün bu bilgileri kendi gayretiyle elde ettiği, asistan dahi kullanmadığı şeklinde... Bize yazara inanmaktan başka bir seçenek kalmıyor.

Soner Yalçın'in kitap yazımında artık farklı bir üslübu takip etmesini, entellektüel hayatımızın derinliği açısından gerekli görüyoruz. Herhangi bir konuda birbirine mantıksal bir bağ ile bağlanmadan 'Bunu da biliyor musunuz?,' 'Bir de şu var,' havasındaki üslübu en hafifinden bilgi dedikoduculuğu. Sanırız Türkiye'de herkes Soner Yalçın'ın herkesten daha çok bildiğini artık kanıksamıştır. Kendine hararetle konuyla alakasız ekstra bilgileri dipnotlara havalae etmesini tavsiye ediyorum. Bu hiç olmazsa herhangi bir bölümde konuyu takip etmeyi kolaylaştıracaktır.
Büyük bir heyecanla çıktığım bu yolculuk, büyük bir kafa karışıklığı ve aklımda kocaman bir 'ne alaka' sorusuyla son buldu....

15 Ocak 2011 Cumartesi

Etyen Mahçupyan, İçimizdeki Öteki, İletişim Yayınları, 2005

Sosyal bilimlerin söz konusu yazını bir bütün olarak modernleşmenin (siz onu batılılaşma olarak okuyun) hemen hemen her açıdan ilerleme olduğu konusunda hemfikirdir. Bu inanç/varsayım basit bir akademik/entellektüel uğraşının parçası olarak kalmadı, ayrıca bir yönetim aracı haline geldi veya zaten öyleydi. Kendi toplumlarını modernleştirdikleri/batılılaştırdıkları iddiası ile yöneten sınıflar bu ideolojik cephaneyle kendilerine tarihsel bir rol atfederken, aynı zamanda muhaliflerini gericilik ile suçlayabildiler. Modernleşmenin/batılılaşmanın günahları böylece hasır altı edildi/ normalleştirildi/unutturuldu.

Halbuki söz konusu süreç hangi coğrafyada yaşanırsa yaşansın, Batı da dahil olmak üzere, bir çok toplumsal ve bireysel acının da sebebi oldu. Gözyaşları döküldü, kanlar aktı... hayatlar telef edildi. Her ne kadar Türk modernleşmesi, mesela bir Rus veya Çin modernleşmesi ile karşılaştırıldığında, nispeten daha az acılı, daha az trajik olsa da, yine de haksızlıklardan, adaletsizliklerden, zülümlerden kendisini temiz kılamadı.

Etyen Mahçupyan'ın İçimizdeki Öteki isimli kitabı işte Türk modernleşmesinin günahlarından belki de en talihsiz olanı ile Ermeni kıtali bizleri yüzleştiriyor. Tarihin bir ironisi belki de... Osmanlı geçmişini bir bütün olarak reddedip, yepyeni bir varlık olduğu iddiası ile yola çıkan Cumhuriyet Türkiye'si Ermeni Kıtalinde nedense hep hassas davranageldi, Osmanlıyı Osmanlıdan daha fazla savundu. Ermeniler de bir o kadar, haklı olarak belki daha fazla bir hırsla bunu bir politika meselesi yapınca, Ermeni kıtali tarihsel bir olgu olmaktan çıktı ve siyasete bulandırıldı.

Bu süreçte hepimiz o siyaset oyununun bir parçası olduk. Bu oyundan çıkıp tarihe daha soğukkanlı, kimseyi savunma derdine girmeden, yaklaşabilmenin bir fırsatını sunuyor bize Etyen Mahçupyan.. İçimizdeki bir Ermeni, bir öteki olarak. (Not: keşke kitabı içimizden birisi olarak yazdığını hissettirebilseydik toplum olarak)

Kitap iki ana bölümden oluşuyor. Birinci bölüm Etyen Mahçupyan'ın kendi kaleminden hayat hikayesini anlatıyor. Bugün ve gelecekte Türk düşünce tarihini çalışacakların gözardı edemeyeceği bir bölüm bu. Etyen Mahçupyan'ı bugün işgal ettiği demokrat noktaya getiren süreci bu kişisel hikayede izlemek mümkün. Bu hikaye de tek eksik kalan nokta kanaatimce Etyen Mahçupyan'ın 1980'lerdeki düşünsel serüveni.

İkinci bölüm Etyen Mahçupyan'ın Ermeni kıtali üzerine şimdiye kadar değişik gazete ve dergilerde yazdığı makaleleri içeriyor. Etyen Mahçupyan bu yazılarda Türk resmi tarih tezinin hemen hemen bütün iddialarını tartışıyor ve eleştiriyor. Eleştirileri de oldukça makul eleştiriler. Öte yandan Etyen Mahçupyan Türk tezinin tam zıttı bir konuma da yerleşmiyor. Mahçupyan'a göre tehcir ve o süreçte gerçekleşen kıtal, devleti yöneten İttihat ve Terakki mensuplarının en üst konumundakilerin Ermenilerden toptan kurtulma amacıyla bilerek, onaylayarak, içinde olarak yürüttüğü bir operasyon... Bu açıdan söz konusu uygulama bir soykırım Mahçupyan için... Öte yandan Mahçupyan uygulamanın bir ideolojik çerçevesinin olmaması, pragmatist-pratik kaygılarla yapılmasından (mesela, geniş topraklara ve zenginliklere sahip Ermeni vakıflarına el koymak gibi) dolayı da tam olarak soykırım olmadığını iddia ediyor. Mahçupyan uygulamaya karşı çıkan bürokratları, Ermenilere yardım eden Türk aileleri de farketmemizi sağlıyor.

Etyen Mahçupyan İçimizdeki Öteki isimli kitabında sadece tarihsel bir olayın nasıl gerçekleştiği ile ilgilenmiyor. Yüzlerce yıldır birlikte yaşayan iki topluluğun bu trajik duruma nasıl gelebildiğini anlamlandırmaya çalışıyor. Bunun içinde Batıyı Anlamak isimli kitabında etraflıca tartıştığı zihniyetler dünyasına gönderme yapıyor. Mahçupyan'a göre zihniyet bakımından Ermeni milliyetçileriyle Türk milliyetçileri arasında bir fark yok. Bu da tehcir ve kıtali takip eden Ermeni çetelerinin irtikap ettiği karşı katliamları açıklıyor. Tam da bu noktada Mahçupyan'ın ahlaki duruşu devreye giriyor ve bizi zor bir sıçrama yapmaya davet ediyor. Onlar gibi olmayalım ve daha demokrat bir toplumun temellerini atalım.

Tarihimizin Ermeni kıtali ve benzeri günahları ile yüzleşme bazıları için, ki o bazıları içinde milliyetçi bir ailede yetişmiş ben de varım, acılı olacağı çok açık. Yine de bu yüzleşmeyi cesaretle karşılayıp üzerine gitmek sadece ahlaki değil, kişisel ve toplum hayatımız için de en sağlıklısı...

Etyen Mahçupyan'ın konu ile alakalı son sözü söylediğini iddia etmiyorum. Sadece İçimizdeki Öteki'nin bahsettiğim yüzleşme için iyi bir başlangıç olduğuna inanıyorum. Herkesin konuşabildiği bir tartışma ve fikir alışverişi ortamının artık Türkiye'de ortaya çıkması gerek. Mahçupyan'ın kitabı umarım bunun için iyi bir vesile olur.

Emre Uslu, Dün Kürtler Bugün Cemaatler, Karakutu Yayınları, 2010

Türkiye'de modern devlet inşası ve rejimin çok uzun süren demokratikleşme sürecinin belki de en esrarengiz yönünü 'derin devlet' kavramının ifade ettiği olgu oluşturuyor. Hemen hemen hepimiz 'Derin Devlet'in varlığından da, Türk siyaset tarihinde çok önemli roller oynadığından ve oynayacağından da eminiz.

Yalnız ortada çok ciddi bir sorun var: 'derin devlet'in tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Bir nevi tanrı gibi sadece varolduğuna inandığımız, ama mahiyeti konusunda sessiz kaldığımız bir olgu derin devlet. Ne kadar esrar perdesine sarılmış olursa olsun, yine de vazgeçemediğimiz, siyaset analizlerimize kök salmış bir kavram 'derin devlet.'

Emre Uslu, Dün Kürtler, Bugün Cemaatler isimli kitabında işte bu esrarengiz olguyu masaya yatırıyor ve onu kavramamıza/anlamamıza yardımcı olmaya çalışıyor. Emre Uslu'ya göre 'derin devlet' Türkiye'de varlığını devletin kurucu korkularına borçlu. Bu korkuları iki kavram tanımlıyor: laiklik ve üniter-ulus devlet yapısı. Devletin bu iki özelliğini tehdit eden gelişmeler karşısında ilk önce entellektüeller, akademisyenler, hukuk adamları tarafından oluşan 'beyaz kuvvetler' devreye giriyor. Eğer bu kuvvetler söz konusu tehditi bertaraf edememişse, bu sefer kanun dışı şiddete başvurup tehdit kaynaklarını ortadan kaldıran 'siyah kuvvetler' devreye giriyor. Bu süreç Emre Uslu tarafından özellikle izlenen kürt politikasının anlatımında oldukça detaylı bir şekilde ele alınıyor. Fakat cemaatlere karşı izlenen politikanın anlatımında ise aynı derece detay ve derinlik yoktu.

Dün Kürtler, Bugün Cemaatler 'derin devlet' kavramını kullanarak son dönem Türk siyaset tarihini sistematik bir şekilde analiz eden okuduğum en iyi kitap. Yazar başta resmini çizdiği derin devletin çalışma modeline de sonuna kadar sadık kalıyor ve son 30 yılın oldukça derli toplu bir resmini çiziyor. Bu haliyle Emre Uslu'nun kitabı gözardı edilemeyecek kadar önemli bir kitap. Uslu'nun katkısı son dönemde İngilizce yayınlanan akademik kitapların aşırı toplum-endeksli analizler olduğu gözönüne alınırsa daha da iyi anlaşılacaktır.

Öte yandan Uslu bize 'derin devlet'in mahiyetini anlatabildi mi? Yani Türkiye'de derin devletin tarihi nedir? Derin devleti kimler oluşturur? Derin devletin parçası olmak isteyen birisi nasıl olur? Derin devletin içindekiler diğer bürokratlardan farklı mı yetiştirilir? Ne yer, ne içerler? Emre Uslu bize derin devlet kavramının analitik bir araç kullanmanın faydasını göstermeyi başardı. Ama, Devletin içinden gelen birisi olarak, o bile derin devlet muammasını bizler için çözemedi.

Derin devlet kavramı aslında Türkiye siyaset tarihini nasıl anlamlandırmalıyız sorusu üzerine dönmesi gereken metodolojik bir soruna işaret ediyor. Bu sorunu ne kadar erken tartışmaya başlarsak, o kadar iyi.. Bunu tartışmaya başlaması gereken kişilerin en başında da sanırım bu kavramı şimdiye kadar en sistematik bir biçimde kullanan Emre Uslu geliyor.

13 Ocak 2011 Perşembe

Serdar Kaya, Endoktrinasyon ve Türkiye'de Toplum Mühendisliği, Nirengi Kitap, 2010

Siyaset biliminin modern devlete yaklaşımı istisnalar dışında kurumsal bir yaklaşımdır. Daha çok devletin temel kurumları olan ordu, bürokrasi ve maliyenin geçmişten bugüne dönüşümü ele alınır. Bir açıdan oldukça nötr bir süreçtir bu. Afrika'daki örneklerle karşılaştırıldığında ise arzu edilen bir süreç.

Halbuki Foucoult'un bize öğrettiği bir şey vardır. Modern güç ilişkileri bunların tamamından daha çok boyutlu birşeydir... daha derinlerde, daha görünmez bir dönüşüm yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Foucoult'nun iddiasını bir adım öteye götürürsek aslında bir bütün olarak bakıldığında modern devletin ortaya çıkışı ve dönüşümü artı yönleri kadar eksi yönleri de olan bir süreçtir.

Serdar Kaya Endoktrinasyon ve Türkiye'de Toplum Mühendisliği kitabı ile dikkatlerimizi Türkiye örneğinde işte modern devletin ortaya çıkışı ve dönüşümünün eksi yönlerine çekiyor. Türk modernleşmesinin tabiri caizse günahlarını gözümüzün önüne seriyor. Ve bunu oldukça acımasızca yapıyor. Kafamızda kutsal saydığımız değerlerin ve kurumların alt yapılarınını gösteriyor ve onlarla yüzleşmemizi sağlıyor. Bir anlamda Serdar Kaya benim için Etyen Mahçupyan, Kürşat Bumin ve benzeri son dönem entellektüeller arasındaki yerini alıyor ve Türk modernleşmesinin çoğunlukla gözardı edilen yönlerine parmak basıyor.

Benim için kitabın en talihsiz yönü Serdar Kaya'nın toplum mühendisliğinin mümkün olduğuna bizleri inandırma gayreti... Bunun için kitabında Sosyal Psikoloji'nin meşhur deneylerine ve onların bulgularına oldukça büyük bir yer ayırıyor. Bence buna gerek yoktu. O bölümler benim için inanılmaz sıkıcı ve kuru bölümlerdi.

Serdar Kaya'nın nazariyat dünyasını keşke Foucoult'lar, Gramci'ler doldursaydı. Hele hele böyle bir kitapta James Scott'ın Seeing Like a State'ine hiçbir göndermenin yapılmaması siyaset biliminde doktora yapan yazarı için kabul edilemez bir hata. Kitabın ikinci baskısında umarım Serdar Kaya'yı daha fazla siyaset bilimi içinde görürüz.